Risale-i Nur’a hizmeti en birinci vazife bilmek

Risale-i Nur’a hizmeti en birinci vazife bilmek

Risale-i Nur’dan Dersler köşesinin konuğu Kocaeli’den Ahmet Cemil Çökren oldu.

Hizmet Rehberi isimli eserin 6. Bölümünden Nur Talebeleri’nin hususiyetlerinden çeşitli başlıklardan bir ders icra etti.

EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

  • Nur Talebeleri sair ailmlerin eserlerine karşı tavır almaz
  • Vazifenin hizmet, neticenin ise Allah’a ait olduğunu bilmek
  • İhlasla hizmete hırs ve kanaatsizlik, neticelerine ise kanaat göstermek
  • Dine hizmette nefse hisse vermemek
  • Kusur ve rekabete karşı saffet ve ihlası kullanmak
  • Risale-i Nur’a hizmeti en birinci vazife bilmek
  • Hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır göstermek
  • Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmamak
  • Hizmette nefsi öne sürüp ücrette unutmak

Hizmet Rehberi

Nur Talebeleri sâir âlimlerin eserlerine karşı tavır almaz

Bîçare bâzı hocaları ve sofuları Risâle-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesîleyi bulmuşlar. Şöyle ki:
Diyorlar, “Said, yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek onları beğenmiyor. Ve İmâm-ı Gazâlî’yi de (r.a.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.” İşte, bu acîb, mânâsız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevî hileleri yapan, perde altında, ehl-i zındıkadır, fakat, safdil hocaları ve bâzı sofuları vâsıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki, “Hâşâ, yüz defa hâşâ. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin, bir üstâdı olan Hüccetü’1-İslâm İmâm-ı Gazâlî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstâdımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle, onların takip ettiği mesleği, ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhâfaza etmektir. Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı îmâniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münâzara-i ilmiyede ve dîniyede istimâl ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyândan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübârek ve kudsî zâtların tezgâhlarına mürâcaat etmiyor. Çünkü umum onların mercîleri ve menbâları ve üstadları olan Kur’ân, Risâle-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nûrânî eserlerden de istifâde etsek.
Hem, Risâle-i Nur şâkirtlerinin yüz mislinden ziyâde zâtlar o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa, hâşâ ve kellâ, o kudsî üstadlarımızın mübârek eserlerini rûh u canımız kadar severiz. Fakat, herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecâviz var; vaktimiz dar, en son silâh, mitralyöz gibi Risâle-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifâ ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası, s.133.

Vazifenin hizmet; neticenin ise Allah’ a âit olduğunu bilmek

Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: “Sen böyle yapsan, sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?” diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: “Ben böyle işlesem, Sen böyle işler misin?” diye tecrübevârî bir sûrette Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubûdiyete münâfidir.”
Mâdem hakîkat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
“Sen muzaffer olacaksın; Cenâb-ı Hak seni gâlip edecek.”
O demiş:
“Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet, insanın elindeki cüz’-i ihtiyârî ile işledikleri ef’âllerinde, Cenâb-ı Hakka âit netâici düşünmemek gerektir. Meselâ kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risâle-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyâdeleştiriyor, gayrete getiriyor; dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstâd-ı mutlak, muktedâ-i küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, -1- olan fermân-ı İâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyâde sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, -2- sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidâyet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

1 Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir. (Mâide Sûresi: 99.)

2 Sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Ailah dilediğine hidâyet verir. (Kasas Sûresi: 56.)

Öyle ise, işte ey kardeşlerim, siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı binâ etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

Mesnevî-i Nûriye, s. 144-145.

İhlâsla hizmete hırs ve kanaatsizlik, neticelerine ise kanaat göstermek

Umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde
-bâzı ârızalar ile-inkisâr-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me’yusiyetle şekvâ etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, dâimâ şükrü ve metâneti ve sebâtı netice verdiği için, ihlâs dairesinde hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.

Emirdağ Lâhikası-l, s. 89.

Dîne hizmette nefse hisse vermemek

İmânın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gâyet şiddetli bir ihtiyac-ı katî ile ders-i dinde bâzı şahıslar lâzımdır ki, hakîkati hiçbir şeye fedâ etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin; tâ ki, îmâna dâir dersinden istifâde edilsin, kanaat-i katiye gelsin.

Şuâlar, s. 335.

Kusur ve rekâbete karşı saffet ve ihlâsı kullanmak

İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risâle-i Nur’un kahraman şâkirtleri her müşkülâta galebe ettikleri gibi, inşaallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlâslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler.

Kastamonu Lâhikası, s. 178.

Risâle-i Nur’ a hizmeti en birinci vazife bilmek

Hakâik-ı îmâniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sâir şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risâle-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi, husûsan hayat-ı içtimâiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyâsiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefâhet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı İlâhînin bir cilvesi olan Harb-i Umûminin tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîc edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakâik-ı îmâniyenin elmasları derecesine o zararlı, fânî arzuları yerleştirecek derecesinde, bu meş’um asır, öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risâle-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemâlar, belki de velîler, o siyâsî ve içtimâî hayatın râbıtaları sebebiyle, hakâik-ı îmâniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derece bırakıp, o cereyanlann hükmüne tâbî olarak, hem fikri olan münâfıkları sever, kendine muhâlif olan ehl-i hakîkati, belki ehl-i velâyeti tenkit ve adâvet eder, hattâ hissiyât-ı dîniyeyi o cereyanlara tâbî yaparlar.
İşte, bu asrın bu acîb tehlikesine karşı Risâle-i Nur’un hizmet ve meşgâlesi, şimdiki siyâseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umûmiyi bu dön ayda merak etmedim, sormadım.
Hem, Risâle-i Nur’un has talebeleri, bâkî elmaslar hükmünde olan hakâik-ı îmâniyenin vazifesi içinde iken, zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla, vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.
Cenâb-ı Hak, bize nur ve nûrânî vazifeyi vermiş,onlara da zulümlü, zulümâtlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğnâ edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına, vazifemizin zararına, bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve merakımıza dairemiz içindeki ezvâk-ı mâneviye ve envâr-ı îmâniye kâfi ve vâfîdir.

Kastamonu Lâhikası, s. 80-81.

Hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır göstermek

Mâdem âhiret için, hayır için, ibâdet ve sevap için, îman ve âhiret için Risâle-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerâit altında herbir saati yirmi saat ibâdet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve îman hizmetindeki mücâhede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakîki mücâhid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve tesellî etmek ve mütesellî olmak ve hakîki bir tesânüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifâde etmek ve Medresetü’z Zehrâ’nın şâkinliğine liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yûsufiyede tâyinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukábele etmek gerekir.

Şuâlar, s. 261.

Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmamak

Risâle-i Nur’un hizmet ettiği hakâik-ıîmâniye herşeyin fevkınde olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyâde onlara ihtiyaç var. Fakat, kalbini öldürmüş, nefsi hevesâtla şımarmış mülhidler, îmandaki hakîkatin derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden, “Ehl-i diyânet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrik eden, makâsıd-ı dünyeviye ve ihtiyacâtıdır” diye ittiham ediyorlar. O ittihâma göre de, pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri katî bir sûrette iskât etmek, bilfiil -maddeten-öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakâik-îmâniyeye ihtiyaçlarını susturmuyor.

Kastamonu Lâhikası, s. 173.

Hizmette nefsi öne sürüp ücrette unutmak

İ’lem, eyyühe’l-azîz! İnsan nisyandan alındığıiçin, nisyâna müptelâdır. Nisyânın en kötüsü de de nefsin unutulmasıdır. Fakat, hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir. Bu îtibarla, ehl-i dalâl ile ehl-i kemâl, nisyan ve tezekkürde müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibâdet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır; lâkin mükâfatın, menfaatin tevzünde bir zerreyi bile terk etmez. Ammâ nefsini unutan ehl-i kemâl, sa’y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faydalarda, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

Mesnevî-i Nûriye, s. 201.

***

İ’lem, eyyühe’l-azîz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzî edildiği vakit, rekâbet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat, iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor; hattâ tenbel olan adam çalışkanı sever, zayıf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat, çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.
Dünya da umûr-u dîniyeye ve a’mâl-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibâdetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran, ibâdetlerde rekâbet edilmemelidir. Olduğu takdirde, ihlâsı kaybolur; ve o rekâbeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlâs ile iptal eder. Çünkü, sevap îtâsında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i nâsa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.

Mesnevî-i Nûriye, s. 192.

***
Bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risâle-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: “Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukâbil, sarsılmaz bir sadâkat ve kırılmaz bir metânet ister. lsparta kahramanlannın gösterdikleri hârikalara ve cihanpesendâne hidemât-ı Nuriyenin esâsı, hârika sadâkatleri ve fevkalâde metânetleridir. Bu metânetin birinci sebebi, kuvvet-i îmâniye ve ihlâs
hasletidir. İkinci sebebi, cesâret-i fıtriyedir.”Onlara dedim: “Sizler cesâretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya âit ehemmiyetsiz şeyler için fedâkârlık gösterirsiniz; elbette Risâle-i Nur’un kudsî hizmetinde ve cihâna değer uhrevî neticelerine mukâbil, merdâne ve fedâkârâne cesâret ve metânet gösterip sadâkatinizi muhâfaza edersiniz” dedim. Onlar da tam kabul ettiler.

Kastamonu Lâhikası, s. 102.

DİĞER BÖLÜMLER

1. Bölüm: Nur Talebeleri enaniyeti en büyük tehlike olarak bilir

2. Bölüm: Tesanüdü muhafaza etmek

3. Bölüm: İman hizmetinde korku duygusu taşımamak

4. Bölüm: İnsani zaaflarımızın hizmete zarar vermesi

5. Bölüm: Ehl-i dünya Nurculara nasıl tesir ediyorlar?

6. Bölüm: Kardeşlerimizi enaniyet ve sadakatsizlikle ittiham ediyor muyuz?

7. Bölüm: Dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir

8. Bölüm: Nur Talebesi dünya rahatına ehemmiyet vermez, onu istemez

9. Bölüm: Risale-i Nur’a hizmeti en birinci vazife bilmek

10. Bölüm: Manevi fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olmak

11. Bölüm: İman hizmetini hiçbir şeye alet etmemek

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.