Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 37

Röportaj

Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 37

Sunuculuğunu Sertaç Lüser’in yaptığı Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatından Tespitler köşesinde bu hafta Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç, Bediüzzaman Said Nursi’nin İstanbul Hayatına değiniyoruz.

EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç; Bediüzzaman’ın hayatından tespitler serisinin otuz yedinci bölümünde bu hafta;

Mühim bir zatın yüzüne savrulan kâmilâne söz

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (121)

“Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imha-i hürriyet?
Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!” 1

Namık Kemal

Bu şiir 1867 yılında Sultan Abdülaziz döneminde yazılmıştır. Şiirde hürriyet, eşitlik, milliyet, adalet gibi kavramlar işlenmiştir. Şair, bu şiirinde devrin idarecilerine de çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Bu sert tavır biraz da Namık Kemal’in yapısından kaynaklandığı söylenebilir. O, mücadeleci, kararlı ve biraz da sert bir kişiliğe sahiptir. Şairin bu kişiliği, ister istemez şiirine de yansımıştır. Hürriyet Kasidesi, Tanzimat dönemi yazarlarından Namık Kemal’in hürriyet, özgürlük vatan ve millet gibi konuları işlediği en çok bilinen eserlerinden biridir.

Bediüzzaman, Yirmi İkinci Lem’a’da Sultan Abdülhamid’in ismini zikretmeden, Sultan Abdülaziz’e karşı yazılmış bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle der: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve hâlbuki o tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün, ‘Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imha-i hürriyet? Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!” 2 Bu şiirin yazılma tarihi olan 1867 dikkate alındığında, o dönemde padişah Sultan Abdülaziz’dir. Amma şiir Sultan Abdülaziz sonrasında özellikle hürriyet ve meşrûtiyet ilân edildikten sonra Abdülhamid’e yönelik kullanılmış olmalıdır. Ancak Sultan Abdülaziz döneminde de Monarşi yönetiminden kaynaklanan istibdat uygulamaları olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle Genç Osmanlılar hareketi bu dönemde başlamıştır.

Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid’i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan aşırı tenkitlerin ve hücumların adalet-i mahza terazisinde tartılması gerektiğine dikkat çeker. Sultan Abdülaziz devrinde yazılan şiir, tekrar Abdülhamid’in zayıf ve hafif istibdat döneminde istimâl edilmiş olmalı ki, Bediüzzaman hakikat terazisinde tartarak meseleye yaklaşmıştır. Gelen kısımlar da bunu teyid ediyor. “Eski Said, bazı dâhî siyasî insanlar ve hârika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kable’l-vuku’ tabir ve tevile muhtaç iken bilmeyerek resmî, zaîf ve ismî bir istibdad görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdadların zaîf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksad doğru, fakat hedef hata.” 3 Ayrıca “Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kable’l-vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” 4

Yukarıdaki ifadeleri de dikkate aldığımızda, şu hürriyet perdesi altında(ki II. Meşrûtiyet perdesi altındaki hürriyet kastediliyor olmalı) müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne (1920’den sonra gelen dehşetli ve mutlak istibdat şu asrın gaddar yüzü olarak ifade edilmiş olmalı) çarpılmaya lâyık iken (ilgili şiir istibdad-ı mutlakın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık bir şiir iken) ve hâlbuki o tokada müstehak olmayan (bu şiirdeki şiddetli tenkide muhatap olmayan) gayet mühim bir zâtın (II. Meşrûtiyetin hürriyet perdesi altında, hürriyeti perde yaparak Abdülhamid’e) yanlış olarak yüzüne savrulan (lâyık olmadığı halde bu şiir ile Abdülhamid’in yüzüne savrulan) kâmilâne şu sözü Bediüzzaman veciz bir şekilde izah etmiş olmalı. Çünkü “zayıf, resmî, zaîf ve ismî bir istibdad” uyguladığı için Abdülhamid’e hücum edilmiştir. Bediüzzaman ise Abdülhamid’in şahsına yapılan bu hücumları tadil etmiştir. Mesele Bediüzzaman’ın şu ifadelerinde de açıkça tasrih ediliyor: “Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş (Göç etmiş). Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet (hürriyeti geri istemek) değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı (Abdülhamid dönemini), şiddetli ve kesretli yapmakmış!” 5

Bazı sözlerin muhatabı sonradan ortaya çıkabiliyor. Bazı sözler de söylendiği zamana bakmıyor, her zaman turfanda gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Tarih tekerrür ettiğinden muhataplara da tekrar tekrar bakabiliyor. Şiir 1867’de yazılmış, dönem Sultan Abdülaziz zamanı. Ancak şiirdeki sözler Sultan Abdülhamid’in zayıf istibdadına savrulmuş olsa da, şu asrın mutlak istibdatlarının yüzüne çapılmaya tam lâyık görünüyor.

Bir başka açıdan değerlendirme yapılacak olursa “Gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün” ifadesinde “yüzüne savrulan” ifadesi bizzat Sultan Abdülaziz’i göstermesi de mümkündür. Çünkü “yüzüne” bizzat demektir. Sultan Abdülhamid’e ise “kinâen” bakıyor olmalı. Şiddetli ve mutlak istibdada ise “remzen, işareten ve hakîkaten” tam bakar ve tasrih eder denilebilir.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, 2013, s. 410. 2- Lem’alar, 2013, s. 410. 3- Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 93. 4- Şuâlar, 2013, s. 938. 5- Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s. 144.

Daha eski hâl olmayacak mıdır?

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (122)

Bediüzzaman, Meşrûtiyet sonrası şark vilayetlerinde hürriyet ve meşrûtiyeti ders verirken çok ilginç suallere muhatap olur. Meşrûtiyet ve hürriyette kendilerine fenalık olduğu vehmine kapılan aşiret ve şark ahalisi Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilişi ve eski hâle daha geri dönüş olmayacak mı yönünde endişelerini de Bediüzzaman’a sorarlar. Öncelikle “Belki onlar eski hâli istiyorlar.” diye bir sual gelir. Bu sual ile şark insanlarının eski hâl olan padişahlık yönetimini istedikleri anlaşılıyor. Bediüzzaman bu suale ezber edilmesi gereken kısa ve veciz bir cevap verir: “Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlâl.” 1 Bediüzzaman, eski hâl olan padişahlığın imkânsız olduğunu, ya yeni hâl olan meşrûtî sistemin kabul edilmesi gerektiğini, yâ da daha kötü hallerle karşı karşıya gelineceğini net olarak ifade eder. Konuyu biraz daha açacak olursak eski hâl, saltanat ve otoriter yönetim şekilleridir. Bediüzzaman, bu yönetim şekillerinin artık bu asırda geçerli olmayacağını açık bir dil ile söyler. Yeni hâl ise, meşrûtiyet, cumhuriyet ve demokratik yönetim şeklidir. Ki bu asırda artık bunun dışında bir rejim aramak safsata ve izmihlal olacaktır. İzmihlal kelime olarak bozulup gitmek, perişan olmak, yok olmak, görünmez hâle gelmek gibi anlamlara geliyor. Otoriter ve diktatör rejimlerle yönetilen İslâm âleminin perişan ve görünmez hâli buna şahittir.

“Daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır?”

Şimdi de başka sualler peş peşe geliyor. “Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hâl olmayacak mıdır?” Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın meşrûtiyeti ders verdiği topluluğun Abdülhamid gibi sultanların tekrar idarenin başına geçmesi gibi bir beklenti ve isteklerinin olduğu sordukları sorulardan anlaşılıyor. Bu soruya Bediüzzaman “Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kabil midir?” 2 şeklinde çok muknî bir cevap verir. Bediüzzaman vermiş olduğu cevapta, içinde bulunduğu ortamın etkisini de dikkate alarak, muhataplarının hayat şartlarına çok aşina oldukları bir misal ile cevap vermesi, insan psikolojisi ve sosyolojisi açısından çok manidardır. İçinde oturdukları çadırı göstererek o çadırın parça parça edilip yandırılması, külünün havaya savrulması, o külden yeniden bir çadır yapılıp içinde oturmanın imkânsızlığını ortaya koyması, sorulan soruya verilebilecek en mükemmel bir cevap olduğu açıkça görülmektedir. Bu cevapla birlikte artık mutlâkıyet yönetimi olan padişahlığın muhal olduğu net olarak vurgulanmış oluyor. Bediüzzaman, artık meşrûtiyet ile hem Osmanlının, hem de âlem-i İslâm’ın dünyevî saadetinin meşveret ve şûrâ ile kaim olacağını, bunun kabul edilmemesi halinde bir kargaşa vaziyeti ve daha şiddetli bir istibdadın hâkim olmasının kaçınılmaz olacağını ifade etmesi önemlidir. Zaten zaman da Bediüzzaman’ın endişelerini haklı çıkarmıştır.

İstibdat zamanından meşrûtiyet dönemine geçiş

Bediüzzaman’ın Şark aşiretlerinde meşrûtiyeti ders verdiği muhatapları tam ikna olmamış olmalı ki “Neden?” sualini soruyorlar. Bediüzzaman ise “Zira eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın kuvveti binden bire indi; tenebbüh (uyanma) ve iltihab-ı ezhan (zihinlerin parlaması, fikirlerin aydınlanması) birden bine çıktı.” 3 şeklinde cevaplandırıyor. Eskiden bin adamdan yalnız onunun uyanık ve müteyakkız olmasına rağmen, istibdat o dehşetli cehil ve vahşet olan kuvvetiyle on mütenebbih adamın kuvvetine dayanamayıp parçalandığına göre; meşrûtiyet zamanında istibdatın kuvveti olan cehil ve vahşetin binden bire inmesi, milletin uyanıp fikirlerinin aydınlığa kavuşması ise birden bine çıkmış vaziyeti, elbette eski hâlin muhal, yeni hâlin ise Osmanlı ve âlem-i İslâm için saadet ve selâmete kavuşmasına hizmet edeceği ifade edilmiş oluyor. Çünkü Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir; umum kavimlerin sebeb-i saadetidir. Bütün eşvâk (şevk) ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır. İnsanı hayvanlıktan kurtarır. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder.” Böyle bir müjdenin tahakkuk devresi ve zamanının geldiğini haber veren Bediüzzaman, elbette “Acaba daha Sultan Hamit gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hâl olmayacak mıdır?” sualine çok kapsamlı ve ikna edici cevaplar vererek artık meşrûtî bir sistem ile meşveret ve şûrâ esasına dayalı Asr-ı Saadet modelini asrımıza taşımış oluyor. Daha da önemlisi sahabe mesleği olan hakikat mesleğini, tekrar asr-ı ahirzamanda tatbik sahasına koyarak sahip çıkılması dersini veriyor. Saltanat ve siyaset mesleğinin İslâm’ın ruh-u aslisine uygun olmadığını, meşveret ve şûrâ temelli hakikat mesleğinin adalet-i hakikiye ile ümmetin ve insanlığın kurtuluşuna Kur’ânî ve Nebevî bir çözüm olduğunu haykırıyor. Artık zaman, saltanat yönetiminden hakikî adalet, meşveret ve şûrâya dayalı Asr-ı Saadet metoduna geçilme zamanıdır.

Bediüzaman’ın ifadesiyle “Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.” 4

Dipnotlar:

1- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât, 2013, s. 233).

2- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât, 2013, s. 233).

3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât, 2013, s. 233).

4- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 326.

Ahirzaman fitneleri ve hürriyet inkılâbına bakan işaretler

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (123)

Bediüzzaman Birinci Şuâ, 19. Âyette “Âlem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, bu cümle (Kudreti her şeye galip olan ve her türlü hamde lâyık olan Allah’ın yoluna kavuşturman için.) 1 makam-ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi (El-azizü’l hamid) kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.” 2 tesbitini aktarır. Böylece âlem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû 3 fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umûmî fitneleri olduğuna dikkat çeker. Yaşanan ve yaşanacak hadiselere Kur’ânî işaret-i gaybiyeler canibinden bakılır.

Rumuzat-ı Semaniye ve diğer eserlerden hürriyet inkılâbına bakan işaretler:

“Madem Kur’ân Allam-ül Guyub’un kelâmıdır. Ve madem ”Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” 4 işaretiyle…”şu sûrenin 328 adediyle 1328/1912 tarihine tevâfuk noktasında ve işarat-ı Kur’âniye cihetinde âlem-i İslâm’ın başına gelen müthiş hadisatın başlangıcı olan 1328/1912 tarihine gayet manidar nazar-ı dikkati celbetmek için gösteriyor… Besmele sayılmazsa 312 adediyle 312 tarihinde dahili komitelerin Hürriyet bahanesiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi parçalamak gibi hâdisatın tarihine tevâfukuna binaen ve Allam-ül Guyub’un en evvel bir fihriste-i Kur’âniye olan nazil ettiği şu sûrenin manidâr hûrûfâtının vaziyetlerine istinaden deriz ki: O tevâfuk tesadüfi değil. Kasdi bir işarettir…Tenvini saymayan mezhebe göre 325 adediyle Kur’ân ve İslâm ile münasebetdâr en mühim hadisat-ı Hilâfet olan Hanedan-ı Osmaniyedeki hal’ ve nasb ile hasıl olan Hilâfet tarihine (27 Nisan 1909’a) tevâfuk noktasında elbette işaret etmekten hali değildir.” 5

İnsan muhakkak hüsrandadır

Ayrıca “Yemin olsun Asra. İnsan muhakkak hüsrandadır.” 6 âyetindeki ”İnsan muhakkak hüsrandadır.” makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324/1908), Hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlûbiyetleri ve muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musîbetlerle hasâret-i insaniyeyle “İnsan muhakkak hüsrandadır.” âyetinin bu asra dahi bir hakîkati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.” 7

Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden

Hem meselâ “Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden” 8 cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328/1912), eğer şeddedeki “lam” sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358/1942) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının (24 Temmuz 1908) Kur’ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini” 9 göstermektedir.

“O gün Allah’ın, peygamberin maiyetinde bulunan mü’minleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nûru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken, onlar da ‘Ey Rabbimiz,’ derler. ‘Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla.” 10 Şu âyetin umum mânâsındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor.

Çünkü ‘Ey Rabbimiz,’ derler. ‘Nûrumuzu tamamla…” 11 hem mânâca kuvvetli münasebeti var; hem cifirce bin üç yüz yirmi altı (1326/1910) ederek, o tarihteki hürriyet inkılâbından neş’et eden fırtınaların hengâmında herşeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü’minlere” 12 işaret ettiği görülmektedir.

Sekizinci Şuâ’nın ahirinde Hilâfet-i İslâmiye hakkında gelen hadis-i şerifin mânâ-i işarîlerini yazarken cifrî ve ebcedî hesabıyla, Hicrî 1328, Rumî 1326 (Milâdî 1910) ederek hilâfet-i İslâmiye’nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslâmiyet’in ilk dört halifeleri Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali Radiyallahü teala aleyhim ecmain’in isimlerinin beraberce ebcedî makamı yine 1326/1910 ederek Hilâfet-i Osmaniye’nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık hilâfetin şartlarına muvafık tarzda takarrür etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamid’in İslâm’ın son halifesi olduğuna açıkça işaret etmektedir. 13

Dipnotlar:

1- İbrahim Sûresi: 1.

2- Şuâlar, 2013, s. 1115.

3- İran’da hüküm süren İlhanlılar Devleti’nin kurucusu olan Hülâgû, Moğol İmparatoru Cengizhan’ın torunudur. 1217 yılında doğdu 1265’de kırk sekiz yaşında öldü. Coğrafyada büyük bir tahribat ve katliâm yapan Hülâgû tarihe zalim bir insan olarak geçti. Hülâgû, Moğolların başında bulunan Mengü Han’ın ölmesi ve şartların değişmesi sebebiyle geri dönmeyerek nüfuzu altında bulunduğu topraklarda İlhanlı devletini kurdu. Hülagû, İsmailîleri ortadan kaldırdı; Mısır ile Suriye’yi zaptetti; Urfa, Harran, Halep ve Antakya’yı da ele geçirdi; Bağdat’ı işgal edip Abbasî Halifeliğine son verdi. Bağdat’ın işgal edilmesi ve Abbasî Halifeliğine son verilmesi İslâm tarihi ve medeniyeti açısından bir dönüm noktası niteliği taşımaktadır. Burada tarihte eşine az rastlanır bir katliâm yapılmış, camiler ve kütüphaneler tahrip edilmiş, kitaplar Dicle Nehrine atılmıştır. Bu hadise ile İslâm âlemi ağır bir darbe almış, İslâm medeniyeti duraklama dönemine girmiştir.

4- En’âm Sûresi, 6:59.

5- Rumuzat-ı Semaniye, 2016, İttihad Yayıncılık, s. 96.

6- Asr Sûresi, 103:1-2.

7- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2013, s. 85.

8- Felâk Sûresi, 113:4.

9- Şuâlar, 2013, s. 429.

10- Tahrîm Sûresi, 66:8.

11- Tahrîm Sûresi, 66:8.

12- Sikke-i Tasdik-i gaybi, 2013, s. 137.

13- Şuâlar, s. 506, On dördüncü Şuâ (ABIBSNİŞ, Cilt-I, s. 402).

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.