Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 22

Röportaj

 

Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 22

Sunuculuğunu Sertaç Lüser’in yaptığı Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatından Tespitler köşesinde bu hafta Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç, Bediüzzaman Said Nursi’nin İstanbul Hayatına değinmeye devam ediyor. EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç; Bediüzzaman’ın hayatından tespitler serisinin yirmi ikinci bölümünde bu hafta;

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (77)

31 Mart’ta; “Zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti”

31 Mart Vak’ası bütün çıplaklığı ile tam olarak anlaşılamamış olsa bile, bazı ipuçlarını bulmak mümkündür.
Hâdisenin üzerine çalışmalar yapan ve eserler ortaya çıkaran araştırmacılar birçok bağlantıyı bir araya getirerek resmin fark edilmesine çalışmışlardır. Bizler de bu araştırmalardan tesbit edebildiklerimizi özellikle Bediüzzaman Hazretleri’nin görüşleri doğrultusunda işlemeye devam edeceğiz. Bediüzzaman’ın 31 Mart’ta yaşanan hâdiselere yaklaşımı ve değerlendirmelerine yer vermeye çalışalım inşâallah.

Öncelikle şunu ifade edelim ki 31 Mart’ta “Manzara gitgide ürkütücü, endişe verici bir vaziyet aldı. Cadde ve meydanları dolduran asker-sivil karışımı kalabalık, başsız ve kontrolsüz bir şekilde ‘Yaşasın Şerîat’ sloganlarıyla ortalığı inletiyordu. Bu kanlı kargaşa hâli, birkaç gün devam etti. İnsanlar mahkemesiz ve muhakemesiz bir şekilde vuruluyor, dövülüyor, canından ediliyordu. Üstelik kimsenin kimseyi dinlediği de yoktu. Doğrusu, bütün bu yaşananların üzerinde ciddî soru işaretleri vardı. Aklı başında olan bir dindârın, bu anarşik ortamı tasvip etmesi mümkün değildi. Demek ki, işin içinde gizli bir tertip, bir kumpas ve bir provokasyon hâli vardı.” 1

Bediüzzaman bu noktaya şöyle işaret ediyordu: “Zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itâat-i askeriye feda edildi. Üssülesâs esbap, fırkaların taraftarâne ve garazkârâne münâkaşâtı ve gazetelerin belâgat yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverâne keşmekeşleri idi.”2 Başka gizli ifsadât şebekelerinin ellerinin işin içinde olduğu “Zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti.” 3 cümlesiyle net olarak anlaşılıyordu. Zaten, Bediüzzaman da mes’elenin ciddiyetini şu sözleriyle açığa çıkarıyordu: “Ben otuz Bir Mart Hâdisesi’nde şuna yakın bir hâl gördüm. Zirâ, İslâmiyet’in Meşrûtiyetperver ve hamiyetli fedaîleri, cevher-i hayat makâmında bildikleri nimet-i Meşrûtiyeti şerîata tatbik ile, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşat ve nâm-ı mukaddes-i şerîatı Meşrûtiyet kuvvetiyle ilâ ve Meşrûtiyeti şerîat kuvvetiyle ibkâ ve bütün seyyiât-ı sâbıkayı muhâlefet-i şerîat üzerine ilka’ etmek için bazı telkinâtta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler-hâşâ-şerîatı, istibdada müsait zannederek tutî kuşları taklidi gibi “Şerîat isteriz!” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman, yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah!” 4

İşte, Bediüzzaman yaşanan hâdiseleri teşhis etmiş ve bu vaziyete göre bir tavır belirlemişti. Gelişen bu hadiselere hiç âlet olunmaması gerekiyordu. Nitekim Bediüzzaman da bu yolu seçti. Divan-ı Harb-i Örfî, Yedinci Cinayet’te meseleyi şöyle ifade ediyordu: “Martın Otuz Birinci günündeki dehşetli hareketi iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat, yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlâblardaki fesâdatı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrat elinde kalan umûm siyâseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şerîat yalnız göründü. Anladım, iş fena; itâat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi, yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil, ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköy’üne gittim; tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsa idi; zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu; bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar, tek başıma olsun, Hareket Ordusu’na karşı mukabele ederek, ispat-ı vücut edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu, tahkike lüzum kalmazdı. İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim.

Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş; itaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: “Kaç zabit vurulmuş?” Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem, şerîatın âdab ve hudûdu icra olunacak.” Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşrû gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şerîatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itâat-i askeriyeye halel geldiğinden nihayet derecede me’yus ve müteessir oldum. Ve umûm gazetelerle askere hitaben neşrettim ki: “Ey Askerler! “Zabitleriniz bir günahla nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itâatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfûs-i İslâmiye’nin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umûm İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itâatinizle kâimdir. Hem de, şerîat istiyorsunuz; fakat itâatsizlikle şerîata muhalefet ediyorsunuz.” Ben onların hareketini ve şecaatlerini okşadım. Zira, efkâr-ı umûmîyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşrû göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle asan olmazdı.” 5

Görüldüğü üzere Bediüzzaman 31 Mart’ta hadiseleri takip ediyor ve ilk anlarda fena bir planın tatbik edildiğini anlayınca olaylara müdahale etmeyerek çekiliyor. Çünkü “Anladım, iş fena; itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi, yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim.” 6 ifadeleri ile nasihatin tesirsiz, itaatin bozulduğunu görerek o ateşin söndürülmesine teşebbüs edemiyor. Daha önce yaşanan Ferah Tiyatrosu hadisesi, Beyazit talebe içtimaı ve hamalların boykotuna müdahale etmiş ve netice de alınmıştı. Ancak bu defa iş karışık, zemin bataklık ve hadiseler bulanık görünüyor. Bediüzzaman da üç dakikadan sonra çekiliyor. Bakırköy’üne giderek kendisini tanıyanların karışmamalarını sağlıyor. Rast gelenlere de karışmamayı tavsiye ediyor. Ancak hadiselerin ilerleyen günlerinde ise gazetelerde teskin edici yazılar yazıyor.

Dipnotlar:

1- Ahirzaman Tarihi, M. Latif Salihoğlu,

Cilt-II, s. 66.

2- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 140.

3- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 140.

4- Eski Said Dönemi Eserleri

(Münâzarât), 2013, s. 257.

5- Eski Said Dönemi Eserleri

(Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s. 130, 131.

6- Age, 130.

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (78)

31 Mart Vak’sının başlama sebepleri

31 Mart’ın bilinmeyenleri elbette bilinenlerinden daha fazladır. Târihçiler bazı olaylara temas etmiş olsalar bile, tam olarak netleşmeyen çok kapalı alanlar var. Hâdiseleri tam çıplaklığıyla ortaya çıkaran târihçilerin sayısı yok denecek kadar azdır. “Çok bilinmeyenli bir denklem gibi, 31 Mart Vak’ası, aradan bir asır geçmesine rağmen hâlâ kapalı bir kutu olarak önümüzde duruyor. “Zira bildiklerimiz kadar bilemediklerimizden de bahsediyoruz 31 Mart’ı konuşurken. Olayda neler olduğu, yani ‘fiiller’ gayet iyi bilinmiyor. 12 Nisan 1909’u, 13 Nisan’a bağlayan gece yarısında İstanbul’daki Taşkışla’da bulunan 4. Avcı Taburu’nun askerlerinin ayaklanması ile başlayan isyan, İttihad ve Terakkî’nin Selânik’ten toplayıp İstanbul’a getirdiği (derme çatma ve çoğu asker dahi olmayan kişilerden oluşan) Hareket Ordusu ile bastırılır. Hareket Ordusu’nun İstanbul’u işgali ile beraber Padişah II. Abdülhamid, 27 Nisan’da (1909) tahttan indirilir. Olaydan kimin ne kadar etkilendiği, yani ‘mef’ul’ da biliniyor. Bir defa olayın (görünürde) kesin kaybedeni tahttan indirilen padişah II. Abdülhamid’dir. (Asıl kaybeden ve darbe yiyenler ise meşrûtiyet ve hürriyet taraftarlarıdır. Konuya ileride temas edilecektir.) Kesin kazananı ise (perde altında iş gören Selânik komitesi ile İngiliz siyaseti ve) iktidarını perçinleyen İttihad ve Terakkî’dir.

Bir başka kaybeden ise, dönemin şiddetli muhalefetidir. Muhalefetin en güçlü iki kanadından birisinin başındaki Derviş Vahdetî’nin asılması, diğerinin başındaki Prens Sabahattin’in tutuklanması; bunun yanında isyanı kimin çıkardığı resmî olarak ortaya çıkarılamayınca şüphelerin muhalefet üzerinde yoğunlaşması da, muhalefetin iktidar olma hayalleri bir tarafa, muhalefet yapmasını dahi zorlaştırmıştır. Bu iki bilinen karşısında, çok güçlü iki de bilinmeyen vardır. Olayın nasıl gerçekleştiği ve kimin tertiplediği. İsyanı kimin düzenlediği konusunda liste epey kabarıktır. İsyanı bizzat Abdülhamid’in düzenlediğini ileri süren tezler olduğu gibi, bunun dışında dönemin İslâmcılarının, muhalefetin, İttihad ve Terakkî’nin, İngilizlerin, Almanların, Yahudiler’in isyanı düzenlediği de ayrı ayrı söylene gelmiştir. Failler resmen bulunmadığı gibi, isyanı kimin düzenlediği hakkında ittifak edilmiş resmî bir söylemde yoktur.” 1

Bu değerlendirmeden sonra 31 Mart Vak’ası’nın sebepleri üzerinde durmaya çalışalım. Biraz daha olayları aralamaya ve anlamaya çalışalım inşâallah.

31 Mart Vak’ası’nın sebepleri nelerdir?

İç içe yaşanan çok hâdise, 31 Mart Vak’ası’nın net bir sebebini ortaya koymaya yetmiyor. Anlaşılan o ki, asıl failler perde arkasında kalmışlar. Hâdisenin görünen bir tarafı olduğu halde, bir de görünmeyen ve halen netleşmeyen bir yanı daha var. Görünen tarafında ise şu hadiseler peş peşe yaşanmıştır. “İttihad ve Terakkî komitesinin İstanbul’da tertip etmiş olduğu siyâsî cinayetler, şehirde bir tedhiş (korku) havası hâsıl etti. Hususan İsmail Mahir Paşa’nın yolda öldürülmesi, “Serbestî Gazetesi’nin” İttihad ve Terakkî Cemiyeti’ni şiddetle tenkit eden Baş Muharriri Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerinde vurulması ve katilin yakalanmaması; âlaylı zabitlerin (subayların) ordudan çıkarılmaları; devlet dairelerinde yapılan tensikat (memurların işten çıkarılmaları) üzerine pek çok memurun açıkta kalması; halkın ruhî temayül ve mâneviyatına karşı İttihad ve Terakkî komitesinin lâubali davranması; İttihad ve Terakkî kurucularıyla kumandanların halk arasında şayi olan masonluğu; Bosna-Hersek ve Bulgaristan felâketleri sebebiyle, halk arasında bu vilayetlerin İttihad ve Terakkî tarafından satıldığına dair şayialar çıkması; ve Paris’te Jön Türkler’le bir müddet çalıştıktan sonra İstanbul’a gelip Şûrâ-yı Devlet âzası olan tarihçi Murat Bey’in o sırada ‘Mizan Gazetesi’nin tekrar neşri ile İttihad ve Terakkî’ye karşı çok şiddetli hücumlarda bulunması; İngiliz gizli servisinin ve İttihad-Terakkî’nin Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek için bahaneler araması gibi sebeplerin tesiriyle ve bazı çapulcuların tahrikiyle ‘şerîat isteriz’ velveleleri ve İttihad ve Terakkî’cilerin olayları teşvik ve kışkırtmalarıyla 31 Mart Vak’ası başlar. 2

Hâdise nasıl başlıyor?

Hâdise vuku’ bulmadan önce, zemin daha önceden hazırlanmış ve olaylar çığırından çıkmaya başlamıştı. Sanki ayaklanma geliyorum diyordu. Çünkü planlar serilmiş, hâdiseler kontrolden çıkmaya çoktan başlamıştı. Son reddede şu hâdiseler yaşanır: “Meşrûtiyet muhafızları olan Avcı taburları, kendi subaylarını kışlalara kapattıktan sonra, gece yarısına doğru Sultanahmed ve Ayasofya Camii meydanında kalabalık bir insan yığını toplanmaya başlar. Bilâhare de o zamanki Meclis binasına doğru yürüyerek Meclisi kuşatırlar. Zamanın sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa ile, Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey’in istifalarını ve İttihadçılar’ın nefyi (sürgüne gönderilmeleri) ile alaylı zabitlerin (kıtadan yetişme subayların) vazifeye iadelerini istemişlerdi. Bu arada Adliye Nazırı Nazım Paşa, Ahmet Rıza Bey zannedilerek öldürülür. Lazkiye Meb’usu Emir Şekip Arslan da, muhalif Hüseyin Cahit (Yalçın) sanılarak vurulur. İsyan hareketine katılan askerde padişaha karşı bir eğilim görüldüğü inkâr edilemez. Bu isyana Sultan’a karşı ayaklanma değil, düzene karşı bir isyan da denemezdi. Tam bir başıboşluk ve kaynayış idi. Silâhlı bir başıboşluk kadar korkunç bir şey düşünülemez. O halim selim Türk neferinin, özellikle subayları aleyhine beliren kin ve husûmeti, nefretle izlenmeye değer bir manzara göstermişti. O tarihlerde, orduda alaylı-mektepli dâvâsı henüz halledilmiş değildi; orduda, neferden askerî mertebelerin en yükseğine kadar alaydan gelme subay vardı. Bunlar mektepli subaylara karşı bir nevi ayrılık hissi taşırlardı. Erler alaylı subayları kendine daha yakın buluyor ve mektepli subay aleyhine gizli de olsa bir düşmanlık duygusu taşıyordu. Şerîat diye başlayan isyan, mektepli subay öldürmekte karar kıldı. Ve târihte büyük bir leke olarak kalacak olaylara İstanbul birkaç gün feci bir sahne oldu.” 3

Hadiseler kaç gün devam ediyor?

Bu isyan ve ayaklanmaya, 31 Mart hâdisesinin oluşmasına sebep olan reaksiyon neticesinde; askerlerden, zabitlerden, ulemadan, halktan pek çok kişi katılır. Bu isyan ve kargaşa Rumî 31 Mart 1325’de (Milâdî 13 Nisan 1909) başlayıp, Rumî 11 Nisan 1325 (Milâdî 24 Nisan 1909) gününe kadar devam eder. Bu kargaşa esnasında daha evvel Yıldız Sarayı’nı denizden topa tutmak hevesinde bulunan Asar-ı Tevfik Süvari Reisi Ali Kabulî Bey, kendi bahriyelileri tarafından Yıldız Sarayı’na yakın bir yerde öldürülür. Bu arada “Tanin” ve “Şûrâ-yı Ümmet” gibi gazetelerin idarehaneleri de tahrip edilir. On bir gün devam eden bu kargaşa ve anarşi Selânik’ten hareket edip gelen Hareket Ordusu ve başında bulunan Mahmut Şevket Paşa’nın İstanbul’u kuşatarak duruma hâkim olması ile son bulur. 4

Dipnotlar:

1- Gerçeğin Aynasında Bediüzzaman, Nurettin Ceylan, 2016, s. 38, 39.

2- Eski Said’den Yeni Said’e, Çağın Örtüsünü Kaldıran Bilge, Mustafa Süzen, 2015, s. 134-135.

3- Doğmayan Hürriyet ve Yarıda Kalan İhtilâl, Alpay Kabacalı, s. 128, Engin Yayınları, İst. 1995.

4- Eski Said’den Yeni Said’e, Çağın Örtüsünü Kaldıran Bilge, Mustafa Süzen, 2015, s. 138-139.

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler-79

31 Mart Vak’ası’nın arka planı

31 Mart Vak’ası’nın arka planında yaşanan olayları aralayabilmek ve anlayabilmek için istifade ettiğimiz kaynaklardan 1 hâdiseye temas eden noktaları nazarlara sunalım inşâallah. Böylece olayların arka planında cereyan eden nokta-i siyah alanlar biraz aralanmış olabilsin.

II. Meşrûtiyet’in ilânıyla birlikte bütün toplumda mâkes bulan ümit havası, gelişen hâdiseler sebebiyle yerini ümitsizliğe bırakmıştı. Beklentiler boşa çıkmıştı. İnsanlar hayal kırıklığına uğradılar ve memnuniyetsizlik alabildiğine arttı. Uygulamaya konulan yanlış icraatlar karşısında, önceden taraftar olan insanlar dahi, hüsn-ü zanlarını yitirdiler. Bu gelişmeler sırasında hep arka planda kalan ve henüz resmî bir parti olmayan İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, isyandan bir gün önce açılmış ve siyasî bir parti olduğunu ilân etmişti.2 İttihâd ve Terakkî Cemiyeti’nin üyeleri, resmen iktidarda3 olmadıkları için, kimseye karşı sorumlu değildi. Fakat hükümet işlerine sürekli müdahale etmeye başlamışlardı. Müdahalenin dozu zamanla iyice arttı. Ayrıca, Sultan Abdülhamid’in aksine, hiçbir idârî tecrübeye sahip olmamaları ve daha da kötüsü tecrübesiz olduklarını kabul etmemeleri, sürekli toprak kaybeden Osmanlı Devleti’ni, geri dönülmez bir uçuruma sürükledi. Bu sıralarda sansür kaldırılmıştı. İttihadçılar, basın yoluyla Osmanlı Sultanı’na acımasızca hücum etmeye başladılar. Bir yandan (görünürde) anayasal sistemi sahiplenirken, diğer yandan topluma kendi görüşlerini kabul ettirme gayretine düşmüşlerdi. Bu yönde gerçekleştirdikleri her bir icraat, içlerindeki mutlakıyetçi eğilimleri biraz daha gün yüzüne çıkardı. Gerçek yüzlerini gösterdikçe, kendilerine karşı kamuoyunda var olan olumlu imaj da hızla kayboldu ve halkın güveni ve sevgisi iyiden iyiye zayıfladı. Partiler ve cemiyetler arasındaki mücadele ve çatışmalar daha da şiddetlendi. Basın organları birer savaş meydanına dönüştü. Bu gelişmeler sırasında İttihadçılar, kendi konumlarını sağlamlaştırmak için gizli ve gayr-i kânûnî yöntemlere müracâat ettiler. Meselâ, muhaliflerini yok etmek için gittikçe artan bir şekilde sürekli güç kullandılar. Hatta en küçük muhalefete dahi şiddetle karşılık vermeye başladılar. Diğer yandan cemiyetlerinin “Cemiyet-i Mukadderse” olduğuna ve kendilerinin de “Münci-i Millet (Milletin Kurtarıcıları)” olduklarına inanıyorlardı. İnsanları yıldırma gayretleri ve politik şiddet, bir süre sonra bir terör havası estirdi ve her zaman bu hâdiseleri körükleyenler perde arkasında kaldı. 4

“İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, 31 Mart Hâdisesi’ni bir irticâî hareket olarak ilan etmiş 5 ve bu hareketin esas sorumlusu olarak da Sultan Abdülhamid’i göstermişti. 6 İttihâd ve Terakkî Cemiyeti yönetimine karşı duyulan öfkeye dair birçok sebep ileri sürülmekle birlikte isyanın çıkış sebepleri hakkında tatmin edici bir açıklama henüz yapılabilmiş değildir. Üstelik hâlihazırda, elimizde bulunan kaynak ve belgelerin tarafsız bir şekilde incelenmediğine de şahit olmaktayız. O günlerin medyasında yayınlanan haber ve yorumlarda olduğu gibi, günümüzde de, o dönemin kişi ve hâdiselerine İttihâd ve Terakkî Cemiyeti cephesinden bakılmakta, ona göre değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu açıdan bakıp yorum yapanlara göre, 31 Mart Hâdisesi irticâi bir hareketti. Çünkü İttihâd-ı Muhammedî (asm) Cem’iyyeti, liberal anayasal rejimi reddediyordu ve Sultan Abdülhamid’in hürriyetleri sınırlandırıcı yönetimine geri dönmeyi amaçlıyordu. Buna karşılık, İttihâd-ı Muhammedî (asm) Cem’iyyeti üyelerinin, Volkan Gazetesi’nde kendilerinin de ifade ettikleri gibi, böyle talepleri yoktu. Üstelik tanınmış bir târihçi tarafından yapılan bir yoruma göre, İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, bütün rakiplerini “mürteci” olarak lanse ederken, “irtica” kelimesini “muhalefet” kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıyordu.” 7

Bazı tarihçilerin görüşü ve kaynakların belirttiğine göre; 8 isyan, İngilizlerle işbirliği içinde olan liberaller tarafından çıkartıldı ve Vahdetî tarafından yönetildi. Ancak, daha sonra hâdiseler onların da kontrolünden çıktı. 9 Bu görüşü ileri sürenler asıl failleri gizliyor ve perde arkasında etkili olan komiteleri kaçırıyor. Hadise bu kadar yüzeysel ve basit değil. Bu düşünceye sahip olanlar bir nevi hedef şaşırtma yolunu seçmiş oluyorlar. Burada şunu da ifade edelim, Derviş Vahdetî’nin tahrik edici yazılarının toplum üzerinde ve 31 Mart hadisesine katılanları heyecana getirmekte etkili olduğu söylenebilir. Ancak 31 Mart’ın bütün sorumluluğu Derviş Vahdetî’ye yüklenemez. Meseleye böyle yaklaşılırsa asıl failler atlanmış olur ve perde altında saklı kalır. Derviş Vahdetî metod olarak Bediüzzaman’dan çok farklı bir yol takip etmiş olup, müfrit bir mizaca sahiptir. Bediüzzaman Vahdetî’yi teskin etmeye ve itidalli olmaya dâvet etmiştir. Derviş Vahdetî bir nevi “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar” 10 sınıfına dahil olabilecek fıtrata sahip bir şahsiyetti. Bu özelliği cihetiyle 31 Mart öncesi yazdığı yazılar kışkırtıcı bir üslûba sahipti. Yoksa Bediüzzaman durup dururken kendisini ikaz edici yazılar kaleme almazdı. Zaten Hareket Ordusu Ayastefanos’a geldiğinde kendisi de kayıplara karışır. Gizlenir ve Ege Denizi üzerinden Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanır. Divan-ı Harb’de yargılandıktan sonra Ayasofya Meydanı’nda asılır.

Dipnotlar:

1- Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursî Entelektüel Biyografi, 2006, s. 101, 102, 103.

2- Lewis, Emercenge of Modern Turkey, s. 215.

3- Bu dönemde muhalefet partisi konumunda olan Ahrâr-ı Osmaniye Fırkası hükümeti iş başında bulunuyordu.

4- Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursî Entelektüel Biyografi, 2006, s. 102, 103.

5- Özçelik, Sahibini Arayan Meşrûtiyet, s. 271; Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 1:185.

6- Zürcher, Turkey, s. 103.

7- Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4:364; Birinci, Hürriyet ve İtilâf Fırkası, s. 33.

8- Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 1:148.

9- Zürcher, Turkey, s. 103, 104.

10- Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfî), 2020, s. 133.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.