Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 21

Röportaj

 

Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 21

Sunuculuğunu Sertaç Lüser’in yaptığı Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatından Tespitler köşesinde bu hafta Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç, Bediüzzaman Said Nursi’nin İstanbul Hayatına değinmeye devam ediyor. EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç; Bediüzzaman’ın hayatından tespitler serisinin yirmi birinci bölümünde bu hafta;

Bediüzzaman ve Derviş Vahdetî

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (74)

Derviş Vahdetî, 1869’da Lefkoşa’da doğmuş, 19 Temmuz 1909’da İstanbul’da 31 Mart Hâdisesi sebebiyle yakalanıp yargılandığı mahkemece, 25 Haziran 1909’da idama mahkûm edilip 19 Temmuz 1909’da Ayasofya Meydanı’nda idam edilmiştir. Asıl adı Derviş’tir. Vahdetî mahlâsını yazılarında kullanmıştır. “Derviş Vahdetî’nin babası pabuççu esnafından Kıbrıslı Mahmut Ağa’dır. Nakşî Tarikatı’na mensup olan Vahdetî, 20 yaşlarında İstanbul’a gelmiştir. Burada iki ay kadar kaldıktan sonra tekrar Kıbrıs’a dönmüş. Meşrûtiyetin ilânından sonra tekrar İstanbul’a gelen Derviş, 10 Kasım 1908 tarihinden itibaren “Volkan” isimli bir gazete çıkarmaya başlar. Aşırı hareketlerini önlemek, doğru ve mutedil bir ortama çekmek için Bediüzzaman, zaman zaman onu ikaz etmiştir. Bediüzzaman, Vahdetî’nin gazetesi olan Volkan’da onu ikaz eden, ona yol gösteren yazılar yazmıştır.

Volkan Gazetesi’nin sahibi Derviş Vahdetî, 31 Mart olayları öncesinde meydana gelen bazı olayların kurbanı olan bir kişidir. Dönemin fikir ve düşünce adamlarından biridir. Toplumun maddî ve mânevî anlamda ilerlemesini sağlayacak konuları yazma ve açıklama gayretinde bulunmuştur. Güncel olayların, din ve vicdan hürriyetine bağlı kalınarak çözümlenmesinin gereği üzerinde durmuştur. Bazı konularda aşırıya kaçan yazılar yazmış ise de, genellikle toplumun her kesimine yer verme imkânını da sağlamıştır. Anayasa ve kanunlara bağlı bir çizgide seyir izlemiştir. Kendisine, köktenci, radikal, mürteci, meşrûtiyet muhalifi ve İngiliz ajanı gibi yaftalar yapıştırılmak istenmişse de, son yapılan araştırmalarda bu suçlamaların gerçek olmadığı görülmüştür. 1

Derviş Vahdetî, kânunlar çerçevesinde hareket edilmesini istemiş, İttihad ve Terakki Cem’iyyeti’nin istibdat ve hukuk dışı faaliyetlerine karşı gelmişti. Her zaman onları tenkit etmekten geri durmamıştı. İttihad ve Terakki Cem’iyyeti mensupları, İttihad-ı Muhammedî (asm) Cem’iyyeti’ni gericilik ve irtica ile damgalamaya çalışıyordu. Aşırı ve fanatik yazılar yazmakla dikkatleri üzerine çekmişti. İttihad-ı Muhammedî (asm) Cem’iyyeti’nin yayın organı olan Vahdet’in sahibi ve başyazarı olması sebebiyle bütün gözler onun üzerindeydi. 31 Mart olayının baş aktörü olarak kabul edilmiş ve sonuçta bedelini idam edilerek ödemiştir.

Bediüzzaman, kendisini birçok defa uyarmış ve itidal ölçüleri içerisinde hareket etmesini öğütlemişti. Aşırı yazılar yazmamasını istemişti. Yazılarında belli bir çizgiyi aşmamasını söylemişti. İsyanın ikinci gününde Volkan Gazetesi’nde yayınladığı “Lemeân-ı Hakîkat ve İzale-i Şübehât” (Gerçeklerin Işığı Altında Şüphelerin Giderilmesi) adlı makalede ona uyarılarını yapmıştı. Derviş Vahdetî, Bediüzzaman’ın tavsiyelerine uymadı. Yine Bediüzzaman’ın söylemi ile “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” bir kişi olduğundan idam edilmişti. 2

“Edipler Edepli Olmalı”

2 Nisan 1325 (15 Nisan 1909) tarihli, Volkan Gazetesi’nin 105. sayısında “Leme’an-ı Hakîkat ve İzâle-i Şübehât” başlıklı makalesinin sonunda Bediüzzaman’ın Derviş Vahdetî’ye şöyle hitab ettiği görülür: “Biraderim Derviş Vahdetî Bey’e 3: Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin.

Zira, bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, umum vicdanlarda hükümferma nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, İttihad-ı İslâm 4, umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur.” 5

İttihâd-ı Muhammedî (asm) Cem’iyeti’nin Volkan’la olan münasebetinin zaidliğini söyleyen bir suale, Bediüzzaman şöyle cevap vermiştir:

Vehim: Volkan’la nedir bu kadar münasebet, İttihâd-ı Muhammedî (asm) bununla ne hizmet görecek?

İrşad: Din nasihattan ibarettir. Nasihatta te’sir lâzımdır. Te’sir de hamiyet-i İslâmiyenin heyecanı ve vicdanların ihtisasine vabestedir. Biz de cazibedar olan Unvan-ı İttihâd-ı Muhammedî (asm) ile herkesin vicdanına karşı bir pencere açıyoruz. Volkan gibi ceraid-i diniye ile nasayih-i diniyeyi o mütehassis ve müteheyyiç vicdanlara yağdırmak istiyoruz. Bu teşebbüsata mani’ olanlara deriz ki: Şems ve kamerin ziya ve nurundan tevellüd eden bazı mazarrat-ı cüziye için tulu’larına muhalefete kalkışan mecnunlar gibi; şeriat-ı garra ve ma’kesi olan İttihâd-ı Muhammedî (asm) bazı cüz’î ağrazların karışması ile tecellilerine mani’ oluyorsunuz. Bir mazarrat-ı cüz’î için, menfaat-ı umûmîye-i âlem ihmal olunmaz.” 6

Bediüzzaman’ın bu cevabından anlaşılan şudur: “Volkan Gazetesi” doğrudan doğuya İttihâd-ı Muhammedî (asm) Cem’iyyeti adına kurulmuş bir gazete değildir. Belki evvelce kurulmuş, din adına bazı makaleler neşreden veya o kılıkta görünen bir gazete iken, sonra İttihâd-ı Muhammedî (asm) Cem’iyyeti teşkil edilince, gelmiş ona yanaşmıştır. Yine Bediüzzaman’ın cevabında “Volkan” gibi ceraid-i diniye (dinî gazeteler) ile nasayih-i diniyeyi (dinî nasihatleri) o mütehassis (hisli) ve müteheyyiç (heyecanlı) vicdanlara yağdırmak istiyoruz.” 7 ifadesiyle, Volkan ve benzeri bazı dinî gazetelerle dine ait nasihatleri yaymaktan gayrı, İttihâd-ı Muhammedî’nin (asm) o gibi gazetelerle bir ilgisi yoktur demektedir. Ayrıca da “Volkan” ve benzeri gazetelerin kendilerine ait bazı art niyet ve garazları olsa dahi, İttihâd-ı Muhammedî’ye (asm) bulaşmaz ve “Küçük bir zararın mülâhazasıyla âlemin umûmî menfaati ihmal olunmaz.” şeklindeki ifade tarzıyla bu mevzua daha da açıklık getirmiştir.

Hülâsa: İttihad-ı Muhammedî’nin (asm), dolayısıyla Bediüzzaman’ın Volkan ile ilişkisinin, sadece onunla İttihâd-ı Muhammedî’nin (asm) efkârı olan dinî nasihatleri yaymaktan başka bir şey değildir. O ise, onu bir vasıta olarak kullanmaktan ibarettir. 8

Dipnotlar:

1- Weld, Entelektüel Biyografi,

2- Bediüzzaman Said Nursî Seyahatnâmesi, Mahmut Askerî Küçükkaya, 2019, s. 100.

3- Volkan’da “Biraderim Derviş Vahdetî Beye!” şeklinde hitap ile başlayan bu parça Üstadımız tarafından Hutbe-i Şamiye’ye “Biraderim Başmuharrir Bey’e” başlığıyla koydurulmuştur.

4- Volkan’da “İttihad-ı Muhammedî” olarak geçmektedir.

5- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2020, s. 79.

6- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2020, s. 77.

7- Age, 77.

8- Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s. 245.

1900’lü yılların başlarına bakan işâret-i gaybîyeler

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (75)

Bediüzzaman’ın Kur’ân âyetlerinden istihrâc ettiği mânâlara göre 1323 (1907) yılı, gelecek olan büyük fitnelerin kaynamaya başladığı yıllardır.
Gerçekten İttihad ve Terakkî içinde yuvalanan bir komita fitnesinin hareketlerine şiddetin de eklendiği yıl olan 1323 (1907), hem Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelerek yeni bir engebeli hayata başlaması ve başına musîbetlerin arka arkaya gelmesi ve hem de hilâfet-i İslâmiye’nin ve Sultan Abdülhamid’in başına çoraplar örülmesi yıllarıdır. Buna dair Bediüzzaman şöyle bir işâret istihrâc eylemiştir: “Şüphesiz biz seni hem Hakk’a şâhid ve hem de bir müjdeci olarak gönderdik.” 1 cümlesi, şeddeler sayılmaz ve âhirde tenvin vakıftır (elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki, bin üç yüz yirmi üç (1323/1907) tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilâfette, dehşetli bir inkılâbın mebde-i infilâki içinde ye’se düşen ehl-i imâna müjde verip, İslâmiyet’in hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehadet eden ve veraset-i Nübüvvet noktasında dâvette bulunan hakikî bir şahide işaret eder.” 2

Bediüzzaman, Medreset’üz-Zehrâ adını verdiği Büyük İslâm Üniversitesi’ni vücuda getirmek yahut Van, Bitlis ve Diyarbekir’de Dar’ül-Fünûn derecesinde bir Medrese’nin açılışını temin etmek, dolayısıyla sekiz senedir plân ve projesini zihninde çizdiği cihan çapındaki İslâm’a hizmet dâvâsının bir kanadını ve hayatı boyunca kendisine gaye-i hayal ederek uğrunda çalıştığı pek büyük niyetinin bir tarafını tahakkuk ettirmek maksadı ve gayesiyle, İslâm halifesine müracaat etmek üzere İstanbul’un yolunu tutmuştur.

İşte Bediüzzaman, Bitlis Valisi Tâhir Paşa’nın mektubunu ve tavsiyelerini de alarak, aynı sene içinde İstanbul yoluna revan olmuştur. Bediüzzaman’ın 56 Teşrîn-i Sânî 1323 (18 Kasım 1907) târîhli mürur tezkiresiyle hemen Van’dan ayrıldığı anlaşılmaktadır. Tâhir Paşa’nın tavsiye mektubundan bir gün sonra mürur tezkiresi aldığı gün gibi ortadadır. Bu demektir ki, Bediüzzaman vakit kaybetmeden İstanbul’a hareket eylemiş ve tahminen 1907 yılının sonuna doğru İstanbul’a gelmiştir. 3 Bu bilgi ve belgelere göre Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişi Kasım 1907 gibidir. Zira 30 Mayıs 1908’de Van Valiliği’ne yazılan 4 hakkındaki soruşturma yazısı 5, bu tarihte (30 Mayıs 1908 tarihinde) İstanbul’da olduğunu gösterdiği gibi, Hürriyet’in ilânı demek olan 24 Temmuz 1908 (11 Temmuz 1324)’de II. Meşrûtiyet’in ilânından evvel İstanbul’da olduğu nettir.

Bu hadiseyi Şuâlar eserinde gelen şu kısımda teyid etmektedir: “Birinci âyet (Allah hikmeti dilediğine verir) 6, bin üç yüz yirmi iki ederek (Rumî 1322; Milâdî 1906 eder), makam-ı ebcedî ile Risale-i Nur Müellifi’nin doğrudan doğruya ulûm-i âliyeden başını kaldırıp hikmet-i Kur’âniyeye müteveccih olarak hadimü’l-Kur’ân vaziyetini aldığı tarihtir ki; bir sene sonra (1907) İstanbul’a gitmiş, mânevî mücahedesine başlamış.” 7 Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelerek mânevî mücahedesine başlamasına Risale-i Nur’da şöyle bir işaret dâvâ vardır: “Hazret-i Mevlânâ’nın (ks) tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’te (1808) girmiş. Üstad ise, aynen yüz sene sonra, 1324(1908)’te Osmanlı Saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i mânevîyesine hazırlanmış.” 8

Risale-i Nur’da 1324 (1908) tarihlerine bakan başka Kur’ânî istihrâçlar da vardır. Bediüzzaman Birinci Şuâ eserinde hürriyetin ilânı zamanında mânevî mücahedeye başlayacağını şöyle açıklamaktadır: “Bizim yolumuzda cihad edenleri doğru yolumuza mutlaka hidayet eder ve muzaffer kılarız.” 9 Eğer şeddeli “lâm” iki “nun” bir sayılsa, o vakit bin üç yüz yirmi dörtte (1324/1908) Hürriyetin ilânı hengâmında mücahede-i mânevîye ile tezahür eden Risale-i Nur Müellifinin görünmesi tarihidir.” 10

Yine Bediüzzaman’a göre 1324 (1908) tarihine bakan başka Kur’ânî istihraçlar da vardır: “Allah’ın nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz–kâfirler isterse hoşlanmasınlar.” 11 Âyetindeki “Allah’ın nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” 12 cümlesi, kuvvetli ve letâfetli münâsebet-i mânevîyesiyle beraber şeddeli “lâm”, birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (R.1324, M. 1908) ederek, Avrupa zalimleri Devlet-i İslâmiye’nin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmi dörtte (1324/1908) ilânıyla o plânı akim bırakmaya çalıştıkları hâlde, tâ otuz dörde(1334/1918), tâ elli dörde (1354/1938) tam tamına tevafukla, o hercümerç içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resaili’n-Nur Müellifi yirmi dörtte (1324/1908) ve Resaili’n-Nur’un mukaddematı otuz dörtte (1334/1918) ve Resaili’n-Nur’un nurânî cüzleri ve fedakâr şakirtleri elli dörtte (1354/1938) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.” 13

Kastamonu Lâhikası’nda Karadağ’ın Bir Meyvesi’nde yapılan bir istihraç da şöyle: “Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade “Yemin olsun asra. İnsan muhakkak hüsrandadır.” 14 âyetindeki “İnsan muhakkak hüsrandadır.” (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört (1324/1908) edip, Hürriyet İnkılâbıyla başlayan tebeddül-i saltanat ve Balkan ve İtalyan Harpleri ve Birinci Harb-i Umûmî mağlûbiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umûmî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi semâvî ve arzî musîbetlerle hasâret-i insâniye ile “Ancak iman eden, güzel işler yapanlar müstesna…” 15 âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.” 16

Bir başka işaret ‘Rumuzat-ı Semaniyye’de 1900’lü yılların başına bakan gaybî ihbarlar da aynı senelerde çok ciddî hadiselerin yaşandığına işaret ediyor. Meselâ “324/1908’de mason komitesinin hürriyet perdesi altında hilâfet-i İslâmiyeyi kaldırmak teşebbüsünün târihini göstermekle, birinci vechin gösterdiği aynı mes’eleyi gösteriyor.” 17 deniliyor.

Başka bir yerde “Şimdiki ‘Şainekehüvelepter’in ma’nâsını gösteren komitenin selefleri hükmünde olan Yeniçeri’nin değil, belki Yeniçeriler’in içine karışan fesâd komitesi hilâfete karşı isyânlarının başlangıcı olan 1222/1806 ve 24/1808’te, aynen mason komitesinin hürriyet perdesi altında mebde-i isyânı olan 1324/1908-9 târihine bir cihetle tevâfukla berâber…” 19

Buradan da anlaşılan Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’da bulunduğu zamanlarda ahirzamanda cereyan edeceği Kur’ân-ı Muciz-ül beyan’ın ve Peygamber Efendimiz’in (asm) ihbar ve işaret-i gaybîyeleriyle haber verilen hadiselerin ve şahısların zuhur zamanı olduğu açıkça görülmektedir. Böylece âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üç yüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğu anlaşılmış bulunuyor.

Elhasıl: Husûsen 1324/1908 Hürriyet ilânında Avrupa filozoflarının çirkin akîde tohumlarını memleketimize saçmak istediği zamandır.

Dipnotlar:

1-Ahzap Sûresi: 45.

2- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 3. Parça: İşarat-ı Kur’âniye Risalesi [1. Şuâ], Kastamonu Lâhikası, s. 44-45.

3- Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti, Cilt-I, s. 369-70.

4- BOA, ZB, 618/64, 17 Mayıs 1324 (30 Mayıs 1908).

5- BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), ZB (Zaptiye Nezâreti) 618/64, 17 Mayıs 1324(30 Mayıs 1908).

6- Bakara Sûresi: 269.

7- Şuâlar, 2013, s. 1087.

8- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2013, s. 27, 28.

9- Ankebut Sûresi, 69.

10- Şuâlar, 2013, s. 1077.

11- Tevbe Sûresi: 32.

12- Tevbe Sûresi: 32.

13- Şuâlar, 2013, s. 1112, 13.

14- Asr Sûresi: 1-2.

15- Asr Sûresi: 3.

16- Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 289.

17- Rumuzat-ı Semâniye, 2016, İttihad Yayınları, s. 110.

18- Rumî 1224 tarihidir.

19- Rumuzat-ı Semâniye, 2016, İttihad Yayınları, s. 112.

Tarîhi seyri içinde Otuz Bir Mart Vak’ası

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (76)

Târîhi seyri içinde çok bilinmeyenli bir denklem gibi, iç içe birçok girift hadisenin yaşandığı Otuz Bir Mart Vak’ası çok konuşuldu ve çok tartışıldı. Halen de tam mânâsıyla netliğe kavuşmuş değil. Çok ‘nokta-i siyah’ alanlar, gizli ve kapalı noktalar var. İşin ehli ve târihçiler dahi bu konuda farklı görüşler ve fikirler içindeler. Hâdisenin bizzat içinde olanlar dahi meselenin iç yüzünü anlamakta ve anlatmakta zorlandığına göre; dışında olanların bu hâdiseyi netleştirmesi elbette ki çok kolay değil.

Aradan bir asır geçmesine rağmen, karanlıkta kalan noktaları bir nebze de olsa objektif târihçiler ve Bediüzzaman gibi âlimlerden aralamaya ve anlamaya çalışıyoruz. Perde altında kalan bu gibi vak’alar, elbette çok planlı ve dessasane icra edildiği için, yıllar geçse de bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarılamıyor. Biz biliyoruz ki “Hile ve fitne perde altında kaldıkça te’sir eder. Zahire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner.” 1 Bu sırdan dolayıdır ki Otuz Bir Mart türü hadiseler kolay kolay perde üstüne çıkmaz ve çıkarılmaz. Perde altında kaldıkça hakikî failler gizli kaldığı için, buna benzen toplumsal hadiseler tekerrür eder. İnşâallah bu tür hadiselerdeki ‘nokta-i siyah’ olan kalın perdeler öyle bir yırtılsın ki, hile ve fitne odaklarının yalanları, fitnecilerin hezeyanı, maskaralığa inkılâb edip akîm kalsın. Bizler de Bediüzzaman’ın bizzat yaşadığı bu hadiseyi, hem Bediüzzaman’ın tesbitlerinden; hem de vak’ayı tarafsız olarak inceleyen araştırmacı ve târihçilerin bakış açısı ile incelemek ve işlemek istiyoruz.

‘31 Mart Vak’ası’ olarak tarihe geçen bu olay, Milâdî 13 Nisan 1909 târihine rastlamaktadır. Dönemin gelişen siyâsî ve sosyal hadiseleri, ‘31 Mart Vak’ası’nın vuku’ bulmasının ayak sesleri olarak görülebilir. Hâdiseler, bir nev’i verilen işârât-ı gaybîyelerin zeminine doğru kaderî cihetten de ilerlediği anlaşılıyor. Târihçiler bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihatçıların, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisi’nin yardımı ile ve İngilizler’in âleti olarak tertipledikleri bir hâdise olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samîmi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dînî sloganlar kullanılmış ve “Şeri’at elden gidiyor!” diye dîne ve dindarlara hücûm planları hazırlanmıştır. 31 Mart 1325 tarihinde Meşrûtiyet’e karşı yapılmış olan bu ayaklanma hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Ayrıca “Devlet kademesine yapılan atananların acemi ve tecrübesiz olmaları da ayrı bir sıkıntı meydana getirmişti. İttihâtçılar’dan bazılarının, toplumun dinî değerlerine aykırı davranışlarda bulunması da işin bir başka yönüydü.

Bir de bazı İttihâtçıların, masonlarla işbirliği içinde oldukları anlaşılmıştı. Ordu ve sivil bürokrasiye atanan bazı İttihâd ve Terakkici taraftarlarının açıktan İslâm’a hakaretleri ayyuka çıkmıştı.

Bunlardan bazıları, memurların ibadetlerini serbestçe yapabilmesine dahi mani oluyorlardı. Halkın dini inançlarına lâubâli bir tarzda yaklaşımlar da gözlemleniyordu.” 2

31 Mart Vak’ası’nın başlangıcı ve devam eden hadiseler şöyle gelişir: “1908 Temmuz’unda ilân edilen II. Meşrûtiyet’in daha birinci senesi dolmadan “Bozuk İttihâtçılar” cunta faaliyetini başlatmışlardı bile… Yılsonuna doğru yapılan genel seçimleri kazanmış olmalarına rağmen, meclis dışında kalmış bir muhalefetin varlığına dahi tahammül edemez oldular. Muhaliflerini önce tehdit ederek yıldırmaya çalıştılar. Bunda muvaffak olamayınca, bir adım daha ileri giderek cinayetlere başladılar. Siyâsî muhaliflerin yanı sıra, fikrî muhaliflerini de susturma, hatta ortadan kaldırma eğilimi içine giren İttihâtçı komitacılar, ilk cinayeti 6 Nisan 1909’da Galata Köprüsü üzerinde işlediler. İttihâtçılara muhalif, Ahrar Fırkası ile İttihâd-i Muhammedî (asm) Cem’iyyeti’ne dost görünen Serbestî Gazetesi’nin başyazarı Hasan Fehmi Efendi fail-i meçhûl bir cinayete kurban gidince, ortalık gerildikçe gerildi. Merhumun cenaze merasimi ise, kelimenin tam anlamıyla İttihâtçılara karşı bir gövde gösterisine dönüştü. Esasında bu gelişme cuntacıların ve komitacıların istediği gibi oldu. İttihâtçılara karşı kin ve öfke damarı kabardıkça kabaran dindâr kesimlerin galeyanı, günden güne artarak devam etti. Bu galeyan ve öfke seli, nihayet 13 Nisan (31 Mart) günü son reddeye geldi ve kontrolsüz şekilde patladı. Bir yandan sivil kitleler sokaklara dökülürken, bir yandan da İstanbul’un güvenliğinden sorumlu Avcı Taburları’nda isyan hareketleri başladı. Bu arada, söz ve yazılarıyla askerlere nasihat eden Bediüzzaman Hazretleri, “31 Mart Hâdisesi’nde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve musîbeti yüzden bire indiren” 3 yazılar kaleme aldı. Buna rağmen, diğer taburlardaki askerler başlarındaki subayları (zabitleri) kışlaya hapsederek, onlar da sokaklara döküldüler.” 4

Çok canın yandığı ve mahiyeti tam olarak halen anlaşılamayan 31 Mart hadisesi hakkında Bediüzzaman’ın da çok önemli ve ciddî tesbitleri vardır. “Bediüzzaman’a göre bu hadise çok daha önceden planlanmıştı. Gizli mihrakların bu durumu kötüye kullanmaya çalıştıkları bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. Çünkü bununla İslâmiyet’e saldırmak ve dindâr kişileri bertaraf etmek için uygun bir ortam hazırlanacaktı. Daha sonra görüldü ki, kurulan Askerî Sıkıyönetim Mahkemeleri’nce birçok dindâr ve önder kişiler idam edilerek ortadan kaldırılmıştı.” 5

Dipnotlar:

1- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutuvat-ı Sitte), 2013, s. 453.

2- İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 1972, s. 4/371.

3- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 100.

4- Ahirzaman Tarihi, M. Latif Salihoğlu, Cilt-II, s. 65, 66.

5- M. Askeri Küçükkaya, Bediüzzaman Said Nursî Seyahatnamesi, 2019, s. 102.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.