Allahu Ekber kelamının sırları

Risale-i Nur

 

Allahu Ekber kelamının sırları

Risale-i Nur’dan Dersler Köşemizin bu haftaki konuğu Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Uzun oldu. Prof. Dr. Hüseyin Uzun ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mesnevi-i Nuriye isimli eserden “Allahu Ekber kelamının Risale-i Nur’daki sırları“ konusunu ele aldık. EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

ALLAHU EKBER” KELÂMININ RİSALE-İ NURLARDA BEYAN EDİLEN İNCE SIRLARI

“Çocuk edinmeyen, mülk ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı bulunmayan, âciz olmadığı için bir yardımcıya da ihtiyaç duymayan Allah’a hamdolsun” de ve tekbir getirerek O’nun büyüklüğünü ilan et! (İsra suresi, 111)

Unutmayın ki, o kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Sizden Allah’a ulaşacak olan tek şey takvânızdır. Allah böylece o hayvanları hizmetinize verdi ki, sizi doğru yola ilettiği için tekbir getirerek Allah’ın büyüklüğünü ilan edesiniz! Rasûlüm! Artık o iyilik eden ve işini güzel yapanları müjdele! (Hac suresi 37)

(“Rabbini yücelt, Rabbine tekbir getir” Müdessir suresi, 3.)

ayetlerinde, “Rabbini yücelt, Rabbine tekbir getir” emrine karşılık, Resulullah efendimiz (asm) tekbir lafzı olarak “Allahü ekber” mübarek kelamını zikretmişir. Allahü ekber, kısacası Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri itibariyle her şeyden yüce ve üstün olduğu” manasına gelir. Bazı insanların, Allahu ekber lafzının Kur’anda geçmediği halde, ibadetlerimizde zikredilmesini tenkit ettiklerini görüyoruz. Oysa Kur’anın en büyük rehberinin ve en birinci mükemmel müfessirinin Resulullah efendimiz (asm) olduğunu gözden kaçırıyorlar. Efendimiz (asm), “Rabbine tekbir getir” emrini, “Allahu ekber” lafzını söylemekle tefsir etmiş olması, tenkit kapısını kapamaya yeterli değil midir?

Konunun izahında ve ara başlıklarının tespitinde Bediüzzamanın Şuâlar eserindeki Sekizinci Meselenin Bir Hulasası adlı bölümde yer alan izahını dikkate alındı:
“Evet, nasılki Dokuzuncu Söz’de, bu kelime iki arkadaşıyla bütün ibadatın fihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülâsaları ve içinde ve tesbihatında tekrar ile namazın manasını takviye için “Sübhanallah” “Elhamdülillah” “Allahü Ekber” üç muazzam hakikatlara ve insanın kâinatta gördüğü medar-ı hayret, medar-ı şükran ve medar-ı azamet ve kibriya, acib ve güzel ve büyük, pekçok fevkalâde şeylerden aldığı hayret ve lezzet ve heybetten neş’et eden suallerine pek kuvvetli cevab verdiği gibi, Onaltıncı Söz’ün âhirinde izah edilen şu: Nasıl bir nefer, bayramda bir müşir ile beraber huzur-u padişaha girer; sair vakitte, zabitinin makamı ile onu tanır. Aynen öyle de; her adam haccda bir derece veliler gibi Cenab-ı Hakk’ı “Rabb-ül Ardı ve Rabb-ül Âlemîn” ünvanı ile tanımağa başlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istila eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine “Allahü Ekber” tekrarıyla umumuna cevab verdiği misillü; Onüçüncü Lem’a’nın âhirinde izahı bulunan ki, şeytanların en ehemmiyetli desiselerini köküyle kesip cevab-ı kat’î veren yine “Allahü Ekber” olduğu gibi…”
Bediüzzaman’ın ifadeleri dikkate alınarak ara başlıklarımızı şu şekilde tespit ettik:

  • Allahü ekber kelamının kapsamlı ve zengin manaları nelerdir?
  • Allahü ekber kelamının mertebeleri nelerdir?
  • Allahu ekber, musibetlere bir teselli ve dayanak noktasıdır
  • Namazda tekrar edilen herbir Allahu ekber, manevi Miraç basamaklarını birer birer çıkmaktır
  • Allahu Ekberin namaz tesbihatında tekrar edilmesi, namazın manasını takviye eder
  • Allahu Ekber, namaz ibadetinin çekirdekleri ve hülâsası mahiyetindedir
  • Allahu Ekber, insanın kâinatta gördüğü hadiseler karşısındaki hayretini tatmin eder.
  • Allahu Ekber, Cenab-ı Hakk’ı “Rabb-ül Ardı ve Rabb-ül Âlemîn” ünvanı ile tanınmasını sağlar.
  • Hacda, Umrede Allahu ekberin tekraren zikredilmesindeki hikmetler nelerdir?
  • Allahu Ekber, şeytanın imana dair vesveseleri kökünden kesip kat’î cevab veren manaya sahiptir

Allahu Ekber kelamının, kapsamlı ve zengin manaları nelerdir?

Mesnev-i Nuriyenin Dördüncü Babı (Allahüekber beyanındadır)

Şu bab iki kısımdır. Bu baştaki kısım, gayet mücmeldir. İkinci kısım ise tam izahlıdır.

Birinci Kısım

Cenab-ı Hak, herşeyden daha büyüktür. Çünkü o öyle bir Kadir-i Zülcelal’dir ki, kudreti herşeye yeter. Ve onun kudretine hiç bir veçhile hadd ü nihayet yoktur.

(“Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.)

Ayeti sırrınca, Onun kudretine nispeten zerreler ve yıldızlar, cüz’ ile küll, ferd ile nev’, müsavidirler.

Evet, zerre olsun, cüz olsun, ferd olsun, cezaletçe yıldızdan, küllden ve neviden aşağı değildir.

Allah herşeyden büyüktür. Zira O, hiçbir vecihle nihayeti bulunmayan ilmiyle herşeyi bilir. Ve ilim Onun zâtî hassasıdır; herşeyin her an yanında olduğu için, huzur sırrıyla hiçbir şey ondan ayrı kalamaz. Kâinatta hikmet-i âmme, inâyet-i tâmme, muhît şuur, muntazam ve semeredar kaza ve kaderler, muayyen eceller, bir kanun-u taayyüne bağlı rızıklar, mütenevvi rahmetler, san’atla işlenmiş itkanlar, müzeyyen ihtimamlar namına ne varsa,

(“Yaratan bilmez olur mu? O herşeyi bütün incelikleriyle bilen, herşeyden haberdar olandır.” Mülk Sûresi, 67:14.)

sırrıyla, Onun (celle celâluhû) yüce ilminin herşeyi ihâtasına şahidlerdir.

Allah herşeyden büyüktür. Zira herşeyi O irade eder. Evet, kâinatın hadsiz imkânlar arasında mütereddit halde iken şu nizam ile tanzimi, şu mizan ile muvazenesi ve basit ve cansız şeylerden çeşitli mahlûkatın yaratılması— meselâ yaprakları, çiçekleri ve meyveleriyle ağaçların yaratılması gibi—Onun yüce iradesinin herşeye şamil olduğuna şehadet eder ve “Onun (celle celâluhû) dilediği olur, dilemediği olmaz” hakikatini istilzam eder.
Allah herşeyden büyüktür. Eğer “Kimdir O? Ve niçin büyüktür?” diye soracak olursan: O öyle bir Şems-i Ezelîdir ki, ehl-i şuhudun ittifakıyla, şu kâinat Onun envârının gölgeleri, Esmâsının tecellîleri, ef’âlinin eserleridir.
Allah herşeyden büyüktür. Eğer “Kimdir O? Ve niçin büyüktür?” diye soracak olursan: O öyle bir Sultan-ı Ezelîdir ki, şu âlemler tamamen Onun (celle celâluhû) nizam ve mizanının kabza-i tasarrufundadır.
Allah herşeyden büyüktür. Eğer “Kimdir O? Ve niçin büyüktür?” diye soracak olursan: O öyle bir Hâkim-i Ezelîdir ki, şu kâinatı sünnetinin kanunlarıyla, kaza ve kaderinin düsturlarıyla, meşîet ve hikmetinin namuslarıyla, inâyet ve rahmetinin cilveleriyle, isim ve sıfatlarının tecellîleriyle tanzim etmiştir. Kanun ve namuslar ise ilim, emir ve irade mecmûunun neviler üzerinde tecellîsine verilen isimlerden başka birşey değildir.
Allah herşeyden büyüktür. Eğer “Kimdir O? Ve niçin büyüktür?” diye soracak olursan: O öyle bir Sâni-i Ezelîdir ki, şu büyük âlem Onun ibdâı, inşası ve san’atı, şu küçük âlem de Onun icadı, binası ve boyasıdır. İkisinin de her tarafında, hattâ herbir cüz‘ünde Onun sikkesi vardır.
Allah herşeyden büyüktür. Eğer “Kimdir O? Ve niçin büyüktür?” diye soracak olursan: O öyle bir Nakkàş-ı Ezelîdir ki, şu kâinat Onun kaza ve kader kaleminin çizgileri, hikmet pergelinin nakışları, rahmet feyzinin meyveleri, yed-i beyzâi inayetinin süslemeleri, letâif-i kereminin çiçekleri ve tecelliyât-ı cemâlinin parıltılarıdır.

Mufassal Dördüncü Bab

Allahu Ekber‘in Mertebeleri Hakkında

İkinci Kısım

Otuz üç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı Yirminci Mektubun İkinci Makamında ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının âhirinde ve Üçüncü Mevkıfının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler o iki Söze müracaat etsinler.

Birinci Mertebe

“De ki: ‘Hamd olsun o Allah’a ki, evlât edinmekten münezzehtir, mülkünde ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz değildir ki yardımcıya ihtiyacı olsun.’ Ve tekbir getirerek Onun yüceliğini an.” (İsrâ Sûresi, 17:111.)

Lebbeyk ve sa’deyk. Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Hâlık ve Bâri’ ve Musavvirdir ki, kudretiyle insanı bir kâinat gibi yapmış ve insanı nasıl kader kalemiyle yazdıysa, kâinatı da o kalemle yazmıştır. Çünkü şu büyük âlem olan kâinat, aynen bu küçük âlem olan insan gibi, Onun kudretinin masnûu ve kaderinin mektubudur. Onun şu büyük âlemi öyle bir surette ibdâı, onu bir mescid şekline döndürmüş ve bu küçük âlemi icadı da onu bir abd-i sâcid yapmıştır.

Şu büyük âlemi bir mülk şeklinde inşa etmiş, bu küçük âlemi de bir memlük olarak bina etmiştir. Onun âlem-i ekberdeki san’atı bir kitap şeklinde tezahür etmiş, insandaki boyası ise hitap çiçekleri açmıştır. Onun kudreti, büyük âlemde haşmetini gösterirken, küçük âlemde de nimetleri tanzim ediyor. Haşmeti, âlem-i ekberde Onun Vâhid olduğuna şehadet ederken, rahmeti de küçük âlemde Ehad olduğunu ilân ediyor. Büyük âlemin küll ve cüzlerinde, sükûn ve hareketlerinde Onun sikkesi olduğu gibi, şu küçük âlemin cisim, âzâ, hücre ve zerrelerinde de Onun hâtemi vardır.

İkinci Mertebe

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk-ı Alîm, Sâni-i Hakîm ve Rahmânü’r-Rahîmdir ki, kâinat bostanındaki şu yer mevcudatı ve ecrâm-ı ulviye, bilbedâhe, o Hallâk-ı Alîmin kudret mucizeleridir.

Üçüncü Mertebe

Allahü Teâlâ ilim ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira o öyle bir Kadîr, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerîm, Lâtif, Müzeyyin, Mün’im, Vedûd, Mütearrif, Rahmân, Rahîm, Mütehannin, cemal ve kemâl-i mutlak sahibi bir Cemîl, Kâmil-i Mutlak ve Nakkàş-ı Ezelîdir ki, bu kâinatın sayfaları ve tabakatıyla, küll ve cüz olarak hakikatleri ve bu mevcudatın küllî ve cüz’î olarak ve vücud ve bekà itibarıyla hakikatleri, lütuf ve kereminin ve teveddüd ve taarrüfünün lâtifelerinden rahmet ve nimetle tebessüm eden çiçekleri; sermedî bir cemâlin ve daimî bir kemâlin parıltılarından başka birşey değildir.

Dördüncü Mertebe

Celâli yüce olan Allah, herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Adl-i Âdil ve Hakem-i Hâkim-i Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinat şeceresinin binasını, meşiet ve hikmetinin temelleri üzerinde altı günde tesis etmiş ve onu kazâ ve kaderinin düsturlarıyla tafsil etmiş ve âdet ve sünnetinin kanunlarıyla tanzim etmiş ve inâyet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin etmiş ve masnûâtındaki intizamatın, mevcudatındaki tezyinatın, kâinatın eczâsındaki teşâbüh, tenâsüb, tecâvüb, teâvün ve teânukun ve herşeyde o şeyin kamet-i kabiliyetine göre kader tarafından şuurlu bir şekilde takdir edilmiş itkan-ı san’atın şehadetiyle sabit olduğu üzere, esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir etmiştir.

Beşinci Mertebe

Allah herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Kadîr, Hallâk, Basîr ve Musavvirdir ki, şu ecrâm-ı ulviye ve inci-misal seyyareler Onun ulûhiyet ve azamet burhanlarının nurları ve rubûbiyet ve izzet şahidlerinin şuâlarıdır.

Altıncı Mertebe

Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür. Allah ilim ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kàdir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır ve şuhud derecesinde bir hads ile hattâ bilmüşahede, Onun vâhidiyet ve ehadiyet sırrına mazhardır.

Yedinci Mertebe

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk, Fettah, Fa’âl, Allâm, Vehhâb ve Feyyazdır ve öyle bir Şems-i Ezelîdir ki, şu kâinat, bütün envâ ve mevcudatıyla beraber, Onun envârının gölgeleri, Onun ef’âlinin eserleri, Onun esmâsının envâ-ı tecelliyâtının rengârenk nakışları, Onun kaza ve kader kaleminin hatları, Onun sıfatlarının ve cemal ve celâl ve kemâlinin tecelliyâtının aynalarıdır.

Allahu ekber, musibetlere bir teselli ve dayanak noktasıdır

On Birinci Şuâ, Sekizinci Mes’elenin bir Hülâsası

Allahu ekber’in bir vech-i mânâsı Cenâb-ı Hakkın kudreti ve ilmi her şeyin fevkinde büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür.
Her acip ve tavr-ı aklın haricindeki her şeyden daha büyüktür ki,

“Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman Sûresi, 31:28.)

âyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, nev’i beşerin haşri ve neşri, birtek nefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mânâ itibarıyledir ki, darb-ı mesel hükmünde büyük musibetlere ve büyük maksatlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der, kendine tesellî ve kuvvet ve nokta-i istinat yapar.

Allahu Ekber’in namaz tesbihatında tekrar edilmesi, namazın manasını takviye eder

9. Söz

Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür.

Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.

9. Söz 2. Nükte

İbadetin mânâsı şudur ki: Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin. Demek, namazın ef’âl ve akvâli bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîde n vaz edilmişler.

Namazda Allauekber tekrarı, manayı kuvvetlendirir ve maksatları te’sis eder.

Mesnevi-i Nuriye

Namazlardan sonra tekrar edilen şu سُبْحَانَ اللهِ .. اَلْحَمْدُ لِلّهِ .. اَللهُ اَكْبَرُ ve لاَ اِلۤهَ اِلاَّ اللهُ olan kelimat-ı mübarekeler, gördüm ki; yalnız bir tekrar mes’elesi değildir. Belki bir te’sistirler. Veyahut manalarının te’sisi için müttehidane değil; mütesanidane vaziyetleri ile te’kid içindirler. Meselâ, sen büyük bir havuzun ortasına bir taş atsan, o taşın su ortasına düşmesiyle teşekkül edip genişlenen daireye (geniştir, geniştir, geniştir) diye her bir ‘geniştir’ kelimesini sen telaffuz ettikçe, o daireden daha geniş bir daire tezahür etmesine benzer.

Ve keza o tekrarlar manada te’kid, makasıd ve semeratta birer te’sistirler.

Namazda tekrar edilen herbir Allahu ekber, Miraç basamaklarını birer birer çıkmaktır

16. Söz, 4. Şua

İşte, ey tenbel nefsim! Bir nevi mirac hükmünde olan namazın hakikati, sabık temsilde bir nefer mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbûd-u Cemîl-i Zülcelâlin huzuruna kabulündür. Allahu ekber deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip, bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, (“Yalnız Sana ibadet ederiz.” Fâtiha Sûresi, 5)
hitabına herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir.

Adeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat’ı meratip ve terakkiyat-ı mâneviyeye ve cüz’iyattan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu ekber bir basamak-ı miraciyeyi kat’ına işarettir. İşte, şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.

Namazdan sonraki tesbihatlar, tarîkat-ı Muhammediye’dir (asm) ve velayet-i Ahmediye’nin (asm) bir evradıdır

Kastamonu Lahikası, 70. mektup

Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikatı böyle inkişaf etti:

Nasılki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye (asm) bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de, o velayetin tarîkatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarîkatların ve evradların fevkindedir. Bu sır dahi şöyle inkişaf etti ki:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zât, namazdan sonra “Sübhanallah Sübhanallah” deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın müvacehesinde, yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle “Sübhanallah Sübhanallah” der.

Sonra o serzâkirin emr-i manevîsiyle ona ittibaen “Elhamdülillah Elhamdülillah” dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dairesinde yüz milyon müridlerin “Elhamdülillah Elhamdülillah“larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde “Elhamdülillah” ile iştirak eder ve hâkeza…

“Allahü Ekber Allahü Ekber” ve duadan sonra “Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah” otuzüç defa o tarîkat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sâbık mana ile o ihvan-ı tarîkatı nazara alıp, o halkanın serzâkiri olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih olup (Milyon kere salât ile milyon kere selâm Senin üzerine olsun ey Allah’ın Resûlü) der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

Hacda Umrede Allahu ekberin tekraren zikredilmesindeki hikmetler

16. Söz

İşte, hacda pek kesretli Allahu ekber denilmesi şu sırdandır. Çünkü hacc-ı şerif, bil’asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur.

Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat’-ı meratip etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir.

Elbette, hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i Rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubudiyet ve meratib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyatın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rububiyet Allahu ekber, Allahu ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir.

Hacdan sonra, şu mânâ-yı ulvî ve küllî muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husuf, küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin, velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.

“Allahuekber“ kelamının zikri, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın azametinin tasdikidir

“Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim. (11. Şua)

Bu manayı biraz daha detaylandıran bir izahı da 17. Lem’a dan okuyoruz. Şöyle ki

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidinin ittihadıyla bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor.

Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağaramisal ağızlarındaki havada temessül ediyor.

Birtek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüç ederek sadâ veriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibâdına mescid ve mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş.

“Allahuekber” kelamı, şeytanın imana dair verdiği şüphelerin önünü keser

13. Lem’anın ON ÜÇÜNCÜ İŞARET 1. Noktası

BİRİNCİ NOKTA: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır fikirli insanları aldatır, der ki: “Birtek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvâliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.

Elcevap: Şeytanın bu desisesini susturan sır Allahu ekber’dir. Ve cevab-ı hakikîsi de Allahu ekber’dir. Evet, Allahu ekber’in ziyade kesretle şeâir-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünkü insanın âciz kuvveti ve zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki:

Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:

Birinci yol: Mümkündür. Fakat gayet azîmdir ve harikadır. Zaten böyle harika bir eser, bir harika san’atla, çok acip bir yolla olur. O yol ise, mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahitleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve Samedin rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.

İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtinâ derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünkü Yirminci Mektup ve Yirmi İkinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’î ispat edildiği üzere, o vakit kâinatın her bir mevcudunda ve hattâ her bir zerresinde bir ulûhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san’at vücut bulabilsin.

Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyâlı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul ve mümteni bir yol takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.