Netice ile değil, hizmetle mükellefiz

 

Konuk: İbrahim Bıçakçı

Konu: Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Barla Lahikası, 2, 3, 89. Mektuplar; Netice ile değil, hizmetle mükellefiz

Takdim

Bu lâhika mektupları -ki Yirmi Yedinci Mektuptur- Risale-i Nur’un ilk telifiyle başlayıp devam edegelmiştir. Risaleler Barla’da telif edilmeye başlanıp Isparta ve civarındaki kıymettar talebeleri bu risaleleri okumak ve yazmak suretiyle istifade ve istifâza ettiklerinde, hissiyatlarını, iştiyak ve ihtiramlarını, bir şükran borcu olarak muhterem müellifi Hazret-i Üstada mektuplarla takdim etmişler, bazı müşkülâtlarının ve suallerinin halledilmesini rica etmişler; böylece hem Hazret-i Üstadın, hem talebelerin mektupları ile Barla, Kastamonu ve Emirdağ lâhika mektupları vücuda gelmiştir.

Yirmi Yedinci Mektubun ikinci kısmı olan “Zeyl”i dahi, elhak bir Hulûsi-i Sâni olan Sabri Efendinin Risaletü’n-Nur hakkındaki takdiratını gösteren hususî mektuplarındaki fıkralardır.

Şu Risale, bir meclis-i nuranîdir ki Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirdleri, içinde birbiriyle mânen müzâkere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar.

Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın hazine-i Kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor.

BARLA LAHİKASI, 2. MEKTUP

Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten arz edeyim:

Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesâilin hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak herşeyi sizden öğrendiğim için, bu vesileyle hakikat sahasındaki malûmâtımı; hasbe’l-beşeriye fütur hâsıl oluyorsa, şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’ân’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilâçlarınızla sıhhatimi, matbaha-i Kur’ân’dan intihap buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hasselerimin kuvvetini; hayatın beş derecesini de tâlim, mevtin itibârî bir keyfiyet olduğunu tefhim, idam-ı ebedînin mutasavver olamayacağına kalbimi takvîm buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin herhalde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı nihayetsiz arttırmaya sebep olmuştur.

Risale-i Nur’la ihdâ buyurduğunuz dualar, zaten hergün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi gelmektedir. Kur’ân’ın nihâyetsiz füyuzâtından, tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz mânâları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu biçare ve müştak talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar ediyorsunuz ki, bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş olunuyor.

اَلْحَمْدُ ِللهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى (Elhamdülillah, bu Rabbimin bir ihsânıdır.)

Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevâta, mütevekkilen alâllah, akşamla yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.

BARLA LAHİKASI, 3. MEKTUP

Sevgili Üstadım; evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstadım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’ân’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hassaten istirham ediyorum.

İnşaallah, müstecap olan duanızla Allahü Zülcelâl, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vasıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa (sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.

Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir. Fakat nasıl ki, Kur’ân-ı Mübîn Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîmin nurlarından bugünün karma karışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyleyse, O Hakîm-i Rahim, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden, belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hafızlar, ikinci, üçüncü, hattâ onuncu derecede mübelliğler, naşirler halk buyurur itikadındayım.

Hulûsi

BARLA LAHİKASI, 89. MEKTUP

Hulûsi Beyin fıkrasıdır.

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem; Bu kere Yirmi Dokuzuncu Mektubun Dört ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve mu’ciz-nümâ Ramazanın hikmetlerini beyan eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i’câzı kemâl-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i mânevîyle defaatle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki cevap yazamadım. İşte bu mübarek Cuma günü, hem Nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı icmâlen arz maksadıyla, bu varak-pâreyi tahrire lütf-u Hakla başladım.

Evvelen, Yirmi Dokuzuncu Mektubun altı nüktesiyle Kur’ân’ın hakikî tercümesi kabil olmadığını, imandan zerre kadar nasibi olana, Yirmi Beşinci Sözdeki burhanlara zeylen ispat ediyor. Ve şeâir-i İslâmiyeyi gayet güzel bir üslûpla tarif ve mütalâa etmekle beraber, ulemâüs-sû ashabına çok mükemmel ve manevî tokat aşk ediyorsunuz. Ve nihayette, mektuptaki hakikatlerin Kur’ân’dan geldiğine aklı takvim için, onun belâgat-ı i’câz ve îcâzına imtisâlen,

لاَيَسْتَوِى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَاۤئِزُونَ 1 (“Cehennem ehli ile Cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli, muradına ermiş olanların tâ kendisidir.” Haşir Sûresi, 59:20.)

âyet-i kerimesini nazara vaz ediyorsunuz. Bu biçare duacınız, talebeniz ibraz ve irsal buyurduğunuz Nurların mütalâasında, müspet ve menfî iki tesir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünkü, manevî vazifemizi ifa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhite neşredebiliyoruz. Bid’at ve dalâlet hergün artmakta, ahkâm-ı İslâmiyeye, sünnetlerden başlayarak ve Kur’ân hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasip merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdut eşhas arasında ve yalnız bu zavallıların ümit ve imanlarını takviye edecek vaziyette kalması teessürü artırmakta ve dergâh-ı İlâhiyeye ilticadan başka çâre bırakmamaktadır.

Evet, kat’î kanaat hasıl olur; hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkırâza hatve-behatve yaklaşmakta. Her saat çatısından tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.

İşte, beşere, bilhassa Müslümanlara ârız olan ve alettevâli artmakta olan zaaflar, bu neticeyi tâcil ediyor, mütalâasındayım. Fakat, irşad buyurulduğu üzere, madem ki neticeyle değil, hizmetle mükellefiz. O halde, ümidimizi kesmeyerek, sabır ve sükûnla dua ve niyazla dergâh-ı İlâhiyeden yalvarmalıyız. “Muhît ilim ve zevalsiz ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlıkımız iyi yapar, iyilikler halk buyurur, inşaallah” demeliyiz.

Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinin Hâtimesi, gaybî işârât hakkında, ihtimalen dahi olsa her türlü evhamı izale etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddîkınız, elhamdü lillâh, mübarek eserlerde delâlet ettikleri mânâlarda, işaret ettikleri hakaikte, bütün mevcudiyetle kabul ve tasdik ve kudsî maânîsini dercan etmekten başka bir his asla taşımamıştır. Nasıl ki, aziz Üstadımız bu Kur’ânî cevherleri kendisine göstermekle iktifa etmiyor ve muhtaçlara da “Bakınız, görünüz, istifade ediniz; siz de muhtaçlara, müştaklara, mütehayyirlere göstermeye vasıta olunuz” buyuruyorlar. Bu fakir talebeniz bu emre “Ale’r-re’s-i ve’l-ayn, sem’an ve tâaten” demiş. Ve alâ kadri’l-imkân ve mütevekkilen alallah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnettarane arzu etmekte bulunmuştur. Binaenaleyh gaybî tevafuk hakkındaki bu müdellel ve muknî beyanat da yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem edilmiş, toparlanmış, tefsir kavâidine siyak ve sibak-ı kelâm gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i istimâl sebebiyle, hâh nâhâh nazar-ı dikkate çarpan tevafuk ve müvazenete de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsirle, doğrudan doğruya hazâin-i mukaddese-i Kur’âniyeden, bu asır insanlarına, Müslümanlarına göre nebeân, feverân ve lemeân eden nurlu âsârdaki gaybî muvafakat, muvazenet kıyas edilebilir mi? Asla!

Hâtimedeki Ahmed Galip Beyin fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur’ân’a ve mahzen-i esrar-ı İlâhiyenin bir nevi nurlu reşahatı ve lemeâtı olan Sözler’e nisbeti, güzelliğini arttırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok arttırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksîri de muvaffakun bilhayr buyursun. Âmin…

Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Kısmı, Kur’ân’ın has dürbünüyle bakılmak suretiyle, Ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada Ramazan-ı Şerife riayet, evvelki senelerden zahiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşke bu âli eser, bu Ramazan’dan evvel elimize geçmiş olaydı! Seyyidü’r-Rusül, Nuru’l-Vücud Efendimiz Hazretleri Sallâllahu Aleyhi ve Sellem 2 اَلدِّينُ النَّصِيحةُ (Nasihat dini (Yani, din nasihatten ibarettir).” Buhari, İman: 42; Müslim, İman: 95; Ebu Dâvud, Edeb: 59.) buyurdukları mâlûm-u fâzılâneleridir. İşte bu sebeple, azlığından müteessir olduğum buradaki cemaatimize tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i celîl-i Nebevîyi de, yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünkü Kur’ân’ın madem ki ilk nüzulü şehr-i Ramazan’da olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da, o mübarek âyetin hikmetleri hakkında eser yazılmasının bu ayda olması enseb ve alâdır. Cenâb-ı Hak emsâl-i kesiresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun. Âmin…

Hâtem-i i’câz, hizmet-i Kur’ân’daki kıymettar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:

Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile kaim,
Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür dâim.

HAŞİYE (Lâtif bir tevafuktur ki, birinci Hulûsi ile ikinci Hulûsi ünvanını alan Sabri Efendi, buradaki birbirinden çok uzak oldukları halde, aynı fıkrayı mektuplarında bana karşı yazıyorlar.)

Ve şu fıkrayı söylettirdi:

Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim,
Mir’ât-ı Üstaddan, Kur’ân’dır görünen dâim.

Allahü Zülcelâl cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir’âtın boş köşesine, bu beyitle imzamın konulmasını tasvib-i ârifanelerine arz ederim.
Hulûsi

• • •

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.