Mehdi ve vazifelerinden kimler rahatsız olur?

Mehdi ve vazifelerinden kimler rahatsız olur?

Risale-i Nur‘dan Dersler köşesinin konuğu Raif Çökren oldu. Raif Çökren Risale-i Nur Külliyatı, Beyanat ve Tenvirler isimli eserden “Mehdi ve vazifelerinden kimler rahatsız olur?” konulu bir ders icra etti.

EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

Beyanat ve Tenvirler / 7. Bölüm / Mehdi ve vazifeleri

  • Mehdi meselesinin sırrı
  • Asıl Mehdi’nin evsafındaki rivayetler niçin muhteliftir?
  • Hakikat noktasında en büyük mesele iman meselesidir
  • Mehdi’nin üç vazifesi

Beyanat ve Tenvirler

Mehdî meselesinin sırrı

Sual: ahir zamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş alemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivayat-ı sahîha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dahi ve hatta yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı manevîsine karşı mağlûptur. Şu zamanda-kuvvet-i velayet ne kadar yüksek olursa olsun-böyle bir cema-at-i beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdî’nin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlahiyeye ve kavanîn-i adetullaha muhalif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz?

Elcevap: Cenab-ı Hak; kemal-i rahmetinden, Şerîat-ı İslamiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; dîn-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor; ahirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hakim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u a’zam olarak bir zat-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da, Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak, bir dakika zarfında beyne’s-sema ve’l-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını îcad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdî ile de, alem-i İslamın zulümatını dağıtabilir. Ve vaadetmiştir, vaadini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; “Eğer muhbir-i sadıktan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır” diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki: Felillahi’l-hamd, duası, umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua, bilmüşahede kabûl olmuştur ki; al-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, al-i İbrahim Aleyhisselam gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve asarın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. HAŞİYE

Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in aline, Hazret-i İbrahim’e ve Hazret-i İbrahim’in aline rahmet ettiğin gibi alemlerde rahmet eyle. Şüphesiz Sen övgüye layık Hamîd ve şanı yüce Mecîdsin. (Dua)

HAŞİYE: Hatta onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmedü’s-Sünûsî, milyonlar mürîde kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor ve hakeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebülhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış…

İkinci İşaret: Hazret-i Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akaranesini tamir edecek, sünnet-i seniyyeyi ihya edecek; yani alem-i İslâmiyette risalet-i Ahmedîyeyi (a.s.m.) inkar niyetiyle Şerîat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mu’cizekar manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.
Hem alem-i insaniyette inkar-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselamın dîn-i hakîkisini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkar ve fedakar bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîler” ünvanına layık bir cemiyet, o deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselamın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri inkar-ı Ulûhiyetten kurtaracak.
Mektûbat, ss. 425-426.

Asıl Mehdî’nin evsafındaki rivayetler niçin muhteliftir?

Resûl-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz’i birer hadise değil; belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi cüz’i bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var; her defa bir vechini beyan eder. Sonra, o ra-vi-i hadis, o vecihleri birleştirir; hilaf-ı vaki gibi görünür. Mesela Hazret-i Mehdî’ye dair muhtelif rivayetler var; tafsilat ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında isbat edildiği gibi, Resûl-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam, vahye istinaden herbir asırda kuvve-i maneviye-yi ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem alem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Al-i Beytine ehl-i imanı manevi rabtetmek için Mehdîyi haber vermiş. Ahirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır Al-i Beytten bir nevi Mehdî, belki Mehdîler bulmuş. Hatta Al-i Beytten madud olan Abbasiye hulefasından Büyük Mehdî’nin çok evsafına cami bir Mehdî bulmuş.
İşte büyük Mehdî’den evvel gelen emsalleri, numuneleri olan hulefa-i Mehdiyyîn ve aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdî’nin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.
Mektûbat, s. 96.

Ecel ve mevt gibi umûr-u gaybiye çok hikmet ve maslahat cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev-i beşerin ve cins-i hayvanın eceli ve vefatı olan Kıyamet dahi çok maslahatlar için gizlenmiş.
Evet, eğer ecel vakti muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarından sonra darağacına asılmak için hergün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde, havf ve recanın muvazene-i maslahatkarane ve hakîmanesi bozulduğu gibi; aynen öyle de, dünyanın eceli ve sekeratı olan Kıyamet vakti muayen olsaydı, kurûn-u -la ve vusta fikr-i ahiretten pek az müteessir olacaktı ve kurûn-u uhra dehşet-i mutlaka içinde bulunup, ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve ne de havf ve reca içinde ihtiyar ile itaatkarane olan ubûdiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu. Hem eğer muayyen olsa, bir kısım hakaik-ı îmaniye bedahet derecesine girer, herkes ister istemez tasdik eder; ihtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i îman bozulur.
Şualar, ss. 499-500.

Rivayetlerde, ahirzaman alametlerinden olan ve al-i Beyt-i Nebevîden Hazret-i Mehdînin (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahü a’lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad alemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi; herbir asır, me’yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini te’yid edecek bir nevî Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlahiye ile her devirde, belki her asırda, bir nevî Mehdî, al-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Mesela, siyaset aleminde Mehdî-i Abbasî ve diyanet aleminde Gavs-ı azam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi büyükMehdînin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdî hakkında gelen rivayetlerde, medar-ı nazar Muhammed Aleyhissalatü Vesselam olduğundan, rivayetler ihtilaf ederek bir kısım ehl-i hakîkat demiş: “Eskide çıkmış.” Herne ise, bu mesele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, onu ona havale ile, burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabîle ve münevver hiçbir cemiyet yoktur ki, al-i Beytin hanedanına ve kabîlesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.

Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakîkat-i Kur’aniyenin mayası ile îmanın nûruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden al-i Beyt, elbette ahirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakîkat-i Furk…niyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, îlan ile, icra ile, başkumandanları olan büyük Mehdînin kemal-i adaletini ve hakk…niyetini dünyaya göstermeleri g…yet makul olmakla beraber, g…yet lazım ve zarûri ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
Şualar, ss. 509-510.

Hata 75: “Ehl-i Sünnete göre İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muntazır akîdesi batıldır.

Cevap: Mehdî hakkında Şiîlerin, “On iki imamdan birisi, hayatta iken gizlenmiş, ahirzamanda çıkacak” demelerine mukabil; Ehl-i Sünnetin bir kısmı, “İmam-ı Muntazır akîdesi batıldır” demişler. Az bir kısım Hanefî uleması da, demişler. Bunda hem Denizli’deki ehl-i vukûfun bir kısmı, hem makam-ı iddia yanlış mana vermişler. Her asırda Mehdî manasına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binaen beklemişler. Ve birkaç vecihde rivayetlerin delaletiyle birkaç Mehdî, belki her asırda bir nevî mehdî, Sadat-ı Ehl-i Beytten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hata diyen, birkaç cihette yanlış eder.

Hata 76: Bir kitapta Mehdîye dair hadîslerin kaffesi zaiftir denilmiş.

Cevap: Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hatta İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahîh ehadisi mevzû dediğini, ulemalar taaccüble nakletmişler. Hem, her zaif veya mevzû hadîsin manası yanlış demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti katî değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakîkat olabilir.

Hata 77: Bunların zaif ve muztarip olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şafiî, değil mevz-u, mürseli dahi kabul etmediği halde; Said, Şafiî iken, bunları kavl etmesinin hikmeti anlaşılamamıştır.

Cevap: İttifak olmadığına bin seneden beri ehl-i hadîs ve ümmetçe bu hakîkatin devamı katî bir delildir. Bu da hata içinde bir hatadır. Hem İmam-ı Şafiî mürsel ve zayıf hadîsleri ahkam-ı şer’iyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmuyor; yoksa, haşa, ümmetçe kabul edilen hakîkatli hadîsleri ahkamda değil, fezail-i a’malde ve hadisat-ı İslamiyede hüccetlerini ve delaletlerini kabul etmiştir.
Şualar, ss. 363-364.

Hazret-i Îsa’dan başka Mehdî yoktur.

Hakikat noktasında en büyük mesele iman meselesidir

Üç mesele var: Biri hayat, biri Şeriat, biri îmandır. Hakikat noktasında en mühimi ve en a’zamı, îman meselesidir.
Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i alem ilcaatında en mühim mesele hayat ve Şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en azam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; ta ki îman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem, yirmi senedenberi tahrifkarane eşedd-i zulüm altında o derece ahlak bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acib halata karşı çok fevkalade sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslamiye lazımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.
Demek en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur Şakirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne isea Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.
Kastamonu Lahikası, s. 62.

Mehdî’nin üç vazifesi

Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: “Nurun halis ve eh(emmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.

Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz.”
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te’vil lazım.

Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî al-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üc vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdî’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip, beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gadab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.

Üçüncü vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve Şeriat-ı Muhammedîyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i îmanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te’vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lazımdır.

Birincisi: ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar “Mehdî olacağım,” diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahirzamanın Büyük Mehdî ünvanını almamışlar.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu îtikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler.” Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakikî Nur Şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabildim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim. O ehl-i vukuf sustu.
Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.

Ümmetin beklediği, ahirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan îman-ı tahkîkiyi neşr ve ehl-i îmanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı a’zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hadimine vermişler, o hadime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zatın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zatın üçüncü vazifesi, hilafet-i İslamiyeyi ittihad-ı İslama bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip, dîn-i İslama hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tabire ve te’vile muhtaç fikirleri ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telaşa verir ve vermiş. Hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fani ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şakirtlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden o aciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur’un hakikî ihlasına ve hiçbir şeye, hatta manevî ve uhrevî makamata dahi alet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakî hakikatlar, fanî ve aciz ve sükût edebilir şahsiyetlere bina edilmez!
Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şeye alet olmayan Nurdaki ihlas zedelenir, avam-ı mü’minîn nazarında hakikatların kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye dahi kazaya-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılab eder, daha muannid dalalete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmanda görünmemeye başlar; ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir.
Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, ss. 11-12.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.