Hakim-i mutlaktan abes birşey gelmez

Hakim-i mutlaktan abes birşey gelmez

Risale-i Nur’dan Dersler köşesinin konuğu Kemal Vapur oldu. Risale-i Nur Külliyatı, Sözler isimli eserden (Haşir Bahsi) “Hakim-i mutlaktan abes bir şey gelmez” konulu bir ders icra etti.

EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

  • Sözler / 10. Söz / Mukaddime / 4. İşaret / 10-11-12. Hakikat
  • Hatime
  • 10. Sözün mühim bir zeyli ve lahikasının 1. Parçası
  • Mukaddime / 1. ve 2. Nokta

1. Bölüm – Başka bir yerde bir mahkeme-i kübra var
2. Bölüm – Hikmet ve adalet isyan eden edepsizleri te’dip eder
3. Bölüm – Hakim-i mutlaktan abes bir şey gelmez

Sözler

Onuncu Söz

Zeylin İkinci Parçası

Baştaki âyetin mu’cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i haşriyeye dair ‘Dokuz Makam’dan ‘Birinci Makam’:
فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ – وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَعَشِيّاً وَحِينَ تُظْهِرُونَ – يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ 1
olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bâhiri ve hüccet-i kàtıası beyan ve izah edilecek inşaallah.HAŞİYE-1

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbih edip namaz kılın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız.” Rum Sûresi, 30:17-19.
HAŞİYE-1 : O makam daha yazılmamış.
HAŞİYE-2 : Hayat meselesi haşre münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir.
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/otuzuncu-lema/besinci-nukte/600

Lem’alar

Otuzuncu Lem’a

Beşinci Nükte

DÖRDÜNCÜ REMİZ

Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna işaretler ediyor.

Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve meyvesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir.

Belki, hayatın yirmi dokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık bir meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir, taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dâr-i saadetteki hayattır.

Yoksa, bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi, zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faydasız, hikmetsiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek.

Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan, saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelîl bir biçare olacak.

Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen sürekli olarak incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur.

Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında senin hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin bekà ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki, seni bilmesin ve görmesin?

Ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin?

Ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan bekà duasını, hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennetin icadıyla kabul etmesin?

Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip, küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiç kabil midir ki, hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i itinâ ve ihtimamla beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin?

Ve onun çok ehemmiyetli bekà duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın?

Adeta bir neferin kemâl-i itinâ ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın?

Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin?

Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?

Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekàda ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.

Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedâhe gösteriyor ki, o lem’alar, yüksek birtek güneşin cilve-i in’ikâsıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif dillerle yad ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.

Aynen öyle de, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzamıyla berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlâhiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hayy” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi…

Umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümfermâ olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbânî ve vahy-i İlâhînin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlâhiyeye şehadet eden bütün delâil, bil’ittifak Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar.

Çünkü, nasıl birşeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir.

Aynen öyle de, bu kâinatta âsârıyla vücutları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delâilleriyle, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerrâtıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, melâikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.

Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envâıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle, her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.

Ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülâsası olan şuur ve akıl ve en lâtif ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar; adeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş.

Elbette küre-i arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semâviye, ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir.

Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semâvâtı gösterecek ve hitâbât-ı Sübhâniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvâta münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melâikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir.

Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir.

(Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır.)

Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan “irsâl-i rusül” ve “inzâl-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen ispat eder.

Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.

Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır.

Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) , âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bilkader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbâniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir.

Elbette âlem-i gayb, yani mazi, müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyeyi imtisale müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehâsında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar.

Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler.

Aynen öyle de, şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur.

Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlâhiyede muhtelif tavırlarla müteaddit vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder.

Ve vücud-u haricî gibi, o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderât-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır.

Evet, âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder.

Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir.

Evet, hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz.

Belki herbir âlem, kabiliyetine göre, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır.

Yoksa, nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte, kadere ve kazâya iman rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcut hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücud-u mânevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

ZEYLİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI

UZUNCA BİR HÂŞİYE

Haşir münasebetiyle bir suâl: Kur’ân’da mükerreren

اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً 1 hem وَمَاۤ اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ 2 fermanları gösteriyor ki, haşr-i âzam bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece harika ve emsalsiz olan meseleyi iz’an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.

Elcevap: Haşirde ruhların cesetlere gelmesi var; hem cesetlerin ihyası var; hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.

BİRİNCİ MESELE

Ruhların cesetlerine gelmesine misâl ise, gayet muntazam bir ordunun efradı istirahat için her tarafa dağılmışken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır.

Evet, İsrâfil’in borusu olan sûru, 3 ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken, ezel cânibinden gelen, اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ 4 hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى 5 ile cevap veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri olduğunu kat’î burhanlarla Otuzuncu Söz ispat etmiş.

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Kıyamet işi, tek bir sayha ile olacak!” Yâsin Sûresi, 36:29.
2 : “Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadardır…” Nahl Sûresi, 16:77.
3 : bk. En’âm Sûresi, 6:73; Kehf Sûresi, 18:99; Tâhâ Sûresi, 20:102; Mü’minûn Sûresi, 23:101; Neml Sûresi, 27:87; Yâsîn Sûresi, 36:49, 51, 53; Sâffât Sûresi, 37:19; Sâd Sûresi, 38:15; Zümer Sûresi, 39:68; Kaf Sûresi, 50:20, 42; Hâkka Sûresi, 69:13; Nebe Sûresi, 78:19, Nâziât Sûresi, 79:6-7, 13.
4 : “Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?” A’raf Sûresi,7:172.
5 : “Onlar da ‘Evet!” diye ikrar etmişlerdi.” A’râf Sûresi, 7:172.

İKİNCİ MESELE

Cesedlerin ihyasına misâl ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden yüz bin elektrik lâmbaları âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Madem Cenâb-ı Hakkın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette, elektrik gibi, binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlâhiyenin muntazam kanunları dairesinde, haşr-i âzam tarfetü’l-aynda vücuda gelebilir.

ÜÇÜNCÜ MESELE

Ecsâdın def’aten inşasının misâli ise:

Bahar mevsiminde, birkaç gün zarfında, nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir sür’atle icadları…

Hem o baharın mebde’leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden, beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları, hem kemiklerden ibaret olarak, ayakta duran emvât gibi bütün ağaçların cenazeleri, bir emirle def’aten “ba’sü bâde’l-mevt”e mazhariyetleri ve neşirleri, hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efratlarının gayet derecede san’atlı bir surette ihyaları, hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan, göz önündeki kabilenin bir senede neşr olan efradı, benî Âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sair kabilelerle beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri, elbette kıyamette ecsâd-ı insaniyenin inşasına bir misâl değil belki binler misâldirler.

Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan, dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbî gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedrici ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin muktezası olmuş.

Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için, maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan وَمَاۤ اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ 1 ferman eder.

Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir sûrette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok!

DÖRDÜNCÜ MES’ELE olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise:

Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması gibi…

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77.

ZEYLİN DÖRDÜNCÜ PARÇASI

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ – قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِىۤ اَنْشَأَهَاۤ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ 6

Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.”

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sur-u İsrâfil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.

HEM KURAN KAH OLUYOR Kİ Kur’ân, kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki harika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ etmek için bir idadiye suretinde, dünyadaki acaib-i ef’âlini zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir.

Meselâ, 1 اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْناَهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ tâ sûrenin âhirine kadar… İşte, şu bahiste, haşir meselesinde, Kur’ân-ı Hakîm, haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.

Evvelâ neş’e-i ûlâyı nazara verir, der ki: Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir.

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi.” Yâsin Sûresi, 36:77.

Hem Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi
1 اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.

Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’âd ediyorsunuz.

Hem semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

Der: Haşirde sizi ihyâ edecek Zât öyle bir zattır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i 2 كُنْ فَيَكُونُ ’a karşı kemâl-i inkıyadla serfuru eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı 3 مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ deyip kudretine karşı tâcizle meydan okunmaz.

Sonra, 4 فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir.

Madem böyledir. Bütün delâilin neticesi olarak 5 وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani, kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.
2 : “(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
3 : “Çürümüş kemikleri kim diriltir?” Yâsin Sûresi, 36:78.
4 : “Herşeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan Zât, her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.” Yâsin Sûresi, 36:83.
5 : “Siz de Ona döndürüleceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83.

İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini dünyevî ef’âl ile de gösterdi.

Hem kâh oluyor ki, ef’âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nezâirlerini ihsas etsin, tâ istib’âd ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ 1 اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilh., ve 2 اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ilh., ve
3 اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

Meselâ 4 اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a’mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın, çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının a’mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a’mâlini neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, lâtifâne şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz:

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.
2 : “Gök yarıldığında.” İnfitar Sûresi, 82:1.
3 : “Gök yarıldığında.” İnşikak Sûresi, 84:1.
4 : “Defterler açılıp neşredildiğinde.” Tekvir Sûresi, 81:10.
İşte, 1 اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani “sarmak ve toplamak” mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azil bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

ZEYLİN BEŞİNCİ PARÇASI

Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın 1 icmâ ve tevatürle, kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakine istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinatın Hâlıkının kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile, ilmelyakin suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekàyı bilbedâhe iktiza ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene, baharda, rû-yi zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i 2 كُنْ فَيَكُونُ ile ihyâ edip ba’sü ba’delmevte mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gayet harika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inâyet-i daimenin bilbedâhe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı bekà ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedâhe işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. HAŞİYE

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : Müsned, 5:266; Veliyyüddin Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:122; İbnü’l-Kayyım el-Cevzî, Zâdü’l-Meâd, (tahkik: el-Arnavud), 1:43-44.
2 : “(Allah birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O sadece) ‘Ol’ der, o da oluverir.” Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82.
HAŞİYE : Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görünür. Şöyle ki: Biri dese, “Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe küre-i arz üzerinde vardır”; diğeri dese, “Yoktur.” ispat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle, kolayca dâvâsını ispat eder. İnkâr eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı görmek ve göstermekle dâvâsını ispat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhâtını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı, hadsiz ebedî zamanı temâşâ etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını ispat edebilir, ademini gösterebilir. İşte, ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.

Madem Kur’ân-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil’âhirettir; ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir.

Biz ihtiyarlar “Elhamdü lillâhi alâ kemâli’l-îmân” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.