Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 36

Röportaj

Bediüzzaman’ın hayatından tespitler – 36

Sunuculuğunu Sertaç Lüser’in yaptığı Bediüzzaman Said Nursi’nin Hayatından Tespitler köşesinde bu hafta Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç, Bediüzzaman Said Nursi’nin İstanbul Hayatına değiniyoruz.

EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

Yeni Asya Gazetesi Eğitimci Araştırmacı Yazar Abdülbaki Çimiç; Bediüzzaman’ın hayatından tespitler serisinin otuz altıncı bölümünde bu hafta;

Abdülhamid’e oklar atıp hücum edenler

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (118)

Bediüzzaman, 31 Mart 1909’da Divan-ı Harb-i Örfî’deki müdafa’atının onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid ile ilgili kısımda şöyle der: “Saadet tevehhümüyle, o vakitte şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan istibdatlar merhum Sultan-ı Mahlû’a (Sultan Abdülhamid’e) isnat edildiği hâlde, onun Zaptiye Nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hata ettim; fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle, hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim, şahsî menfaatimi terk ettim.” 1 Bediüzzaman “İstibdatlar merhum Sultan-ı Mahlû’a isnat edildiği hâlde…” sözüyle, Jön-Türk Hareketi’nin başladığı zamanları kastetmektedir. Gerçekten o zamânlar, başta Namık Kemâl, Ziya Paşa ve sonrasında Mehmet Âkif gibi mücâhid, edip şairler, hürriyet-perverler, Sultan Abdülhamid’e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdad ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri görülüyor. Halbuki Bediüzzaman “Zannederim, asr-ı ahirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat, çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” 2 tesbiti ile “Hâlbuki, onlara dehşet veren, çok zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata.” 3 şeklinde işin hakîkatini göstermiştir. Burada açık ve kesin olarak Sultan Abdülhamid’e atılan şiddetli itiraz oklarının ve hücumların kesinlikle yanlış olduğunu, hatta bir fiil olduğunu belirten Bediüzzaman; Namık Kemâller, Mehmet Âkifler vb zatların bir hiss-i kablel-vuku’ ile çok sonra meydana çıkacak şiddetli ve mutlak istibdad ve zulümleri hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

Bununla beraber “Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makàlelerinde, hiçbir zaman Sultan Abdülhamid’in şahsiyetine, makamına ve şahsî ahvâline, sair hürriyet-perver mücâhidler gibi hakaretâmiz sözlerle ilişmemiş, hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.” 4 Bediüzzaman bir denge, istikamet ve dâvâ insanıdır. Meselelere şahsî yaklaşmaz, mizan-ı şerîatla ve adalet-i mahza ile değerlendirme yapar. Sultan Abdülhamid’e de aynen böyle yaklaşmış ve bakmıştır. Hakkın hatırını muhafaza ederken, şahsın hukukuna da tecavüz etmemiştir. “Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsaf-ı mâsume olan şahsına, hatta ehibbâsına, hatta meslektaşına zulmünü teşmil” 5 etmez.

Bediüzzaman, şerîata taalluk eden meselelerde îkaz ve itirazlar yapıyor

Meşrûtiyet’in ilânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu 1911 yılının başında te’lif ve tab’ ettirdiği Münâzarât isimli eserinde, istibdad ve Meşrûtiyeti tarif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der: “Zira sabıkta padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu. Yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi.” 6

Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyetine zahirde bir ta’riz görülmektedir. En baştaki ihtimal “padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle, Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “mahpus gibi” yani sağını solunu tam mânâsıyla haberdâr olarak bilmiyordu. Aldığı malûmat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı. Sonraki ihtimal ise, onun beşerî, insânî ve fıtrî bazı hallerinden ve zâif olan bazı damarlarından bahsediyor ki, onun tamamen beşeriyetine yöneliktir. Yaratılış itibarıyla vesveseli, hassas, tereddütlü” 7 bir fıtrata sahipti. Kanaatimiz odur ki, Bediüzzaman da onun beşerî zaaflarını biliyor ve bu yönde telkin ve tavsiyelerde bulunuyordu. Şerîata taalluk eden meselelerde ise, ciddî îkaz ve itirazlar yapıyordu. Bu ciddî îkaz ve itirazları yapmak Bediüzzaman’ın vatan, millet ve İslâmiyet hesabına büyük bir vazifesiydi. Bediüzzaman, Afyon Mahkemesi’ne ve Ağır Ceza Reisine beyan ettiği bir mektubunda “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğu büyük bir vazifeye” dikkat çeker.”8 Bu vazifenin dünyaya baktığına, içtimâî ve siyâsî hayata taalluk ettiğine, bakmamanın ve bilmemenin hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemenin kendisine bir özür teşkil edemediğine temas eder.

Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyade hücum edenler

Yine Münâzarât eserinde “Hürriyet ancak ateşe lâyıktır. Zira kâfire mahsus bir şi’ardır.” 9 sualine verdiği cevapta da Sultan Abdülhamid ile alâkalı bir noktaya temas eder. Şöyle ki: “Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyet ve kànun-i esasî’yi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve kànun-i esasî’nin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur?” 10 Aynı bahsin tamamında “Bediüzzaman’ın bu, dini rasihâne bilen hakîkatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir âyetin zahiri mânâsına yapışarak, mezkûr Anayasa’yı (1876’da ilân edilen Kànun-u Esasi’yi) kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.” 11

Dipnotlar:

1- Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s. 133.

2- Şuâlar, Beşinci Şuâ, 2013, s. 938.

3- Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 94.

4- Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî’nin İlmî Şahsiyeti, Cilt-I, s. 400.

5- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s.

6- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 211.

7- Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî’nin İlmî Şahsiyeti, Cilt-I, s. 400.

8- Şuâlar, 2013, s. 625.

9- Hizanlı Şeyh Selim’e ait bir söz.

10- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 238.

11- ABIBSNİŞ, Cilt-I, s. 401.

Bediüzzaman, gazete lisânıyla Abdülhamid’e sesleniyor

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (119)

Bediüzzaman, Münâzarât’ta kendisine sorulan bir suale karşı verdiği cevap müfrit nâehil zatları ve dinde hassas, aklî muhakemeden nakıs şahısları şaşkına çevirmeye yetmiştir. Şöyle ki:

“Sual: “İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede muteriz olduğun hâlde, hükûmete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta Selâtin-i Osmaniyeyi (Osmanlı Sultanlarını) ifratla sena ederdin, hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hata bir içtihat ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem itiraz, hem hücum ederdin, hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?”

Bu gelen suale Bediüzzaman kıyamete kadar bâkî kalacak mükemmel bir cevap vermiştir. Şöyle ki: “İnkılâptan on altı sene evvel (1893/94 yılları), Mardin cihetlerinde, beni hakka irşat eden bir zata rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemal’in “rüya”sıyla 1 uyandım. Lâkin, maatteessüf, su-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab’dan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’ı (Türkleri) tadlil (doğru yoldan çıkmakla itham) ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kànunu tekfir ederdi (I. Meşrûtiyeti/Anayasayı ilân eden ve destekleyenleri küfürle itham ederdi). Otuz sene evvel olan kànun-i esasî’yi (1876’da ilân edilen I. Meşrûtiyeti) ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi; “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse…” 2 (ilâahir), hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki, “Kim hükmetmezse…” bimânâ “Kim tasdik etmezse…”dir. Acaba sabık istibdadı(Abdülhamid dönemindeki zayıf istibdadı) hürriyet zanneden ve kànun-i esasî’ye (Meşrûtiyete/Anayasaya) itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan, hükûmete itiraz ederlerdi; lâkin, onlar istibdadın daha dehşetlisini (İttihad ve Terakki dönemindeki şiddetli istibdadı) istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti (Meşrûtiyet ve hürriyet taraftarlarını) tadlil eden (doğru yoldan çıkarak dalâlete düştüğünü iddia eden) şu kısımdandır. İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâm’a insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte, şimdi Osmanlılıktan tecerrüt edip tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillâhilhamd, o vesvese bir-iki sene zarfında zail oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mutekit Müslümanlardır.” 3 Görüldüğü üzere Bediüzzaman, müceddid-i ahirzaman olarak Müslümanlar arasında kördüğüm olan ve siyâsî olarak istimal edilen Maide Sûresi 44., 45. ve 47. âyetleri tefsir ederek ehl-i ifrat ve ehl-i tefriti istikamete dâvet ediyor.

Bediüzzaman’ın bu tesbitlerine ne kadar ihtiyacımız olduğunu âlem-i İslâm’ın hayat-ı içtimâî ve siyâsiyesinin hâl-i hazır vaziyeti gösteriyor.

Sultan-ı Sabıka (Abdülhamid’e) ceride lisânıyla söyledim!

Divan-ı Harb-i Örfî savunmalarının sonundaki ‘Yarı Cinayette: “Daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle; ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-i nasihate istidad kesbetmiş zannıyla; ve “Aslâh tarik musalâhadır. (En güzel yol barıştır, sulhtur.)” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sabıka (Sultan Abdülhamid’e) ceride lisânıyla söyledim ki: “Münhasıf Yıldız’ı dârülfünun et; tâ süreyya kadar âlâ olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakîkat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki, milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra, sırf ahireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel, sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-i sani yolunda sarf eyle. “Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı; ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli; ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı! Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin!” 4 Evet, işte asrın âlimi, işte zamanın müfessiri ve asırlardır beklenen ahirzaman Müceddidi! Tam bir vukûfiyetle meselelere çâre üretiyor, tam zamanında problemlere Kur’ânî çözümler öneriyor. Sultan Abdülhamid’e de kaldığı çaresizlikten kurtulma yollarını gösteriyor. Bediüzzaman’ı anlamadan, mahiyetini ve vazifesini anlamak mümkün görünmüyor. Muhataplarını, özellikle devlet erkânını ve Padişahı hiç incitmeden ve hakkın hatırını da kırmadan reçetesini ibraz ediyor. Fakat, ne çare ki Bediüzzaman’a kulak verilmemiş, geçiştirilerek Van’a geri gönderilmek istenmiş. Üstüne bir de maaş ve ihsân-ı şahane gibi rüşvet kàbilinden hediyeler takdim edilmiş. Heyhat! Karşınızda Bediüzzaman var! Bid’atüzzaman var! Sahibüzzaman var! Garibüzzaman var! Sizler kime muhatap olduğunuzu anlayamamışsınız. Keşke Bediüzzaman’a kulak verilseydi de, bu Anadolu ve âlem-i İslâm büyük bedelleri ödemek zorunda kalmasaydı!

Dipnotlar:

1- Namık Kemal’in “Rüya” adlı makàlesi.

2- Mâide Sûresi: 44, 45, 47.

3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 288.

4- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 288.

Otuz sene halife olan bir zatın menfî siyâseti istimâli

Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tesbitler (120)

Bediüzzaman, Sünûhat’ta Rüyada Bir Hitabe’sinin devamında “Aynı gün pürümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim.” 1 dediği paragrafta da “otuz sene halife olan bir zat” tabiriyle yine Sultan Abdülhamid’den bahseder. Şöyle ki: “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtâr etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset namına istifade edildi zannıyla, şerîata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.” 2 Bediüzzaman, hiçbir meseleyi muallakta bırakmaz. Problemleri hem teşhis, hem de tedavi eder. Dinin dahilde menfî tarzda kullanılmasına asla izin vermez. Çünkü din semâvî ve ulvî hakîkatleri hâvidir. “Otuz sene halife olan bir zat (Sultan Abdülhamid), menfî siyâset namına istifade edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.” ifadesi o kadar önemli ve dikkate alınması gereken bir söz ki; es geçildiğinde ve dikkate alınmadığında dine ve şerîata gelen zararlar yıllardır devam ediyor. Demek dinin dahilde, siyâset ve ticarette kullanılması menfî bir siyâseti netice veriyor. Bu sebeple de ehl-i din bu noktaya çok dikkat etmeli ve dine gelebilecek zarardan Allah’a sığınmalı, yılandan ve akrepten kaçar gibi kaçmalıdır. Mesele din ve şerîat olunca Bediüzzaman şahsın hatırını değil, hakkın hatırını âlî tutuyor. Menfî siyâset metodunu Sultan Abdülhamid de kullansa onun içtimâî ve siyâsî kusurâtını 3 şahsî faziletine kurban etmiyor. Öyleyse Bediüzzaman’ın bu duruşundan ve îkazından zamanımıza çok iyi dersler çıkarmamız gerekiyor. Çünkü şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek olan İslâm’ın en şedit hasmına, böyle bir fırsatı vermemek gerekiyor. O şedit hasma bu fırsat verilirse, o şedit hasım hançerini İslâm’ın ciğerine saplamaya devam edecek demektir. Bu hâl ise hasareti azim bir vebaldir.

Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyor

Şüphesiz Sultan Abdülhamid hem kudretli bir padişah, hem de iyi niyetli bir siyâsetçidir. Fakat bu iyi niyet, iyi netice almaya yetmiyor. Bediüzzaman bu noktaya “Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.” 4 diye işaret ediyor. “Nasıl iyilikten fenalık gelir?” sualine karşı da “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur.” 5 diye cevaplandırır. Niyet iyi olsa bile, uygulama kötü olduktan sonra, netice ekseriyetle felâket olabiliyor. Hele hele din ve İslâmiyet adına yapılacak kötü icraatların bedeli çok ağır bir şekilde Müslümanlar tarafından ödeniyor. İşte Bediüzzaman özellikle dikkatleri bu noktalara çekerek îkaz, ihtâr ve uyarılarını yapıyor. Halbuki dinin dahilde menfî tarzda istimal edilen tarz-ı siyâsete hiç ihtiyacı yoktur. Din olduğu gibi anlatılsa, ayrıca herhangi bir kuvvete, şiddete, baskıya ihtiyaç kalmaz. Gerçekte hiç ihtiyaç olmadığı halde, Abdülhamid tarafından tatbik edilen zayıf istibdad uygulamaları yüzünden, menfî siyâset tatbikatının neticesi olarak İslâm’a gelen tecavüz ve hücumlar önlenememiş, daha da şiddetlenmiştir. Netice itibarıyla tatbik edilen menfî siyâset, şiddetli bir istibdadı; şiddetli bir istibdadın da ileride istibdad-ı mutlakı netice verdiği bir hakîkattir.

Hafif ve az istibdadın, şiddetli ve kesretli yapılması

İki Mekteb-i Musîbetin Şahadetnamesi eserinde on birinci sualin ‘Elhasıl’ kısmında: “Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenasuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki, hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!” 6 Bediüzzaman hafif ve zayıf istibdad olarak kabul ettiği Abdülhamid yönetiminden sonra İttihad ve Terakkî yönetiminde “Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır.” 7 şeklinde daha şiddetli bir istibdad uygulamasını tenkit ediyor. Esas maksadın Abdülhamid’ten hürriyeti geri istemek olmadığını, hafif ve az (zayıf) istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmak olduğunu ifadeyle her iki yönetim anlayışında da istibdadın devam ettiğini, şimdikinde ise daha şiddetlendiğini söylüyor. Hürriyet ve Meşrûtiyet ilân edildiği halde “hürriyet perdesi altında” daha şiddetli bir istibdadın hüküm sürmeye başladığını belirtiyor. Ayrıca “İstibdat ve hafiyelik tenasuh etmiş” sözleriyle dahilde kurulan “Hafiye Teşkilâtı” ile uygulanan sansür ve sürgün politikaları sayesinde, hem Sultan Abdülhamid’e, hem de onun şahsında mukaddes İslâm dinine karşı, zaman içinde şiddetli bir kin, öfke ve düşmanlık cereyanı meydana geliyor.

Dipnotlar:

1- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 496.

2- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 498.

3- Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s. 134.

4- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 232.

5- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 232.

6- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 144.

7- Eski Said Dönemi Eserleri, 2013, s. 144.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.