Acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır?

Risale-i Nur

 

Acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır?

Yeni Asya Gazetesi İzmit İl Temsilciliği tarafından organize edilen “Risale-i Nur’dan Dersler” bölümünün bu haftaki konuğu Osman Yiğit oldu. Sayın Yiğit Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler isimli eserin Konferans Bölümünden “Acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır?” konulu dersi yaptı. EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

Sözler, Konferans

EY RİSALE-İ NUR! Senin Kur’an-ı Kerim’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu’cize-i Kur’an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilm ü irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’andan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahatı seninle dilimizde görüyoruz.

Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur’an-ı Kerim’in nâzil olmağa başlamasıyla, Kur’an nuru karşısında üdeba ve büleganın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi, senin de o hududsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve belig ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak u sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasîb olmaz.

Sen dergâh-ı ehadiyete ve bârigâh-ı mescid-i uluhiyete giden ve tâ zirve-i kemal olan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى (“İki yay kadar, hattâ daha da yakın.” Necm Sûresi, 53:9.) ya dayanan en kısa ve en kestirme ve en doğru yolu açıp gösterdin. Açtığın bu yeni ve yakın yolda, sırat-ı müstakim olan bu evliya ve asfiya caddesinde yol almağa çalışan hasta ve bîçare, ihtiyar, ma’lul ve masum, garib ve bîkes, dul ve yoksullar şimdi hep şifahane-i feyz-i hikmetinde muayene ve tedavi olup lâyık oldukları mevki ve hâmiyi bulurlar. Körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil veriyor. Dertlilere derman, imansızlara iman sunuyorsun. Kîl u kâl ile mâlî ve hak ve hakikatten hâlî olan âsâr-ı muhtelifeyi tedkik ve mütalaa ede ede yorulup usanmış ve hâlâ aradığını bulamamış olan ve şimdi Hak’tan bir nur, bir huzur isteyen kimselere müjdeler verip Nur’a çağırıyorsun. Ben bütün bilgilerin kaynağı ve bütün fenlerin kaymağıyım. Ve her şeyin zübde ve hülâsası ve gönül şehrinin cilâsıyım diyorsun. Avrupa ve Amerika’nın en yüksek fen ve felsefe mekteblerinde yıllarca okuyup ikmal-i tahsil etmiş olan zekâlı ve akıllı fen ve felsefe mütehassıslarına hakikî ve istifadeli ders vererek, madde ve zerrelerin hakikat ve mahiyetlerini anlatıyor. Şuursuz ve idraksiz olan bu basit şeylerden zîhayat ve sahib-i idrak koskoca âlem ve dünyanın nasıl doğduğunu ve nasıl olduğunu gösterip onların idraksiz ve basiretsiz başlarına çarpıyor ve herbirini hayretlere düşürüyorsun. Ve bu hakikatları en ümmi ve âmi bir çocuk ve ihtiyar ve hiç mekteb ve medrese görmemiş talebelerine de kolayca bildiriyorsun.

Hele bir dest-i gaybî tarafından basit bir maddenin, kemal-i intizam ve itina ile çalıştırılarak bir tek şeyden birçok şeyler yapabilmesi gibi hakikî tabir-i vecizelerin gönüllere ferahlık ve inşirahla beraber denizler dolusu malûmat veriyor. Bu vuzuh ve vüs’at ve bu güneş gibi parlak deliller ve sarahat ve işaretler hep senin eser-i keramet-i ilmiye ve nuriyendir. Bütün eller ve dillerde kemal-i iştiha ve iştiyakla dinlenip okunacak ve yazılıp yayılacak en tatlı ve en halâvetli, en cazibedar ve en revnaktar yegâne eser-i metin ve nur-u mübin ancak sensin.

Mekteblerin medreseye ve medreselerin tekkelere uymayan ayrı ve gayrı ulûm ve fünununu yeknesak bir hale getirerek ve talib-i ilm ü esrar-ı cihanı yekdil ve yekzeban ederek vahdet-i İslâm ve insaniyeyi elde tutup birlik ve beraberlik nurunu nessar edecek yine sensin. Bütün dünyaya ilm-i zahir ve bâtın senin menbaın ve madenin olan Kur’an’dan dağılıp yayılarak nizam-ı âlemin istikrarı ve vakt-i merhununa kadar imtidadına ve ibadullah-is sâlihînin istirahat ve istilasına medar ve müessir olacak yine sensin.

Ey nur-u Kur’an ve ey hakikat-ı iman! Mademki bugün üçyüz elli milyon İslâmın pişvalığını Kur’an namına deruhde ediyorsun. O halde asırlardan beri ehl-i İslâm arasına girmiş ve yerleşmiş olan kötü itikad ve ihtilafları kaldırarak, hüküm süren fitne ve fesadı, nifak ve şikakı dahi kökünden kurutup sevad-ı a’zam olan bu ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (A.S.M.) büyük bir kitle ve bir fırka-i naciye halinde Kur’anın cenah-ı re’fet ve rahmeti altında inşâallah tâ subh-u mahşere kadar nur-u Kur’anla saklayacaksın.

“Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana maziden, halden ve istikbalden” diye ashab-ı izam arasında kendini âleme ilân ve her müşkili izah ve beyan ve

اَنَا مَد۪ينَةُ الْعِلْمِ وَ عَلِىٌّ بَابُهَا (“Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır.” Tirmizî, Menâkıb: 20; el-Hakim, el-Müstedrek, 3:126.)

hadîs-i şerifini isbat ve ayân eden naşir-i ilm ü irfan ve vâkıf-ı esrar-ı Kur’an Cenab-ı Hazret-i Haydar ile

سَلُون۪ى قَبْلَ اَنْ تَفْقِدُون۪ى فَاِنَّهُ لَايُحَدِّثُ اَحَدٌ بَعْد۪ى

diye bağıran müçtehidler sertacı İmam-ı Cafer’den sonra İslâm dünyasındasın. O zâtların feyzinden gelip bu asırda temessül ederek

سَلُون۪ى عَمَّا شِئْتُمْ

diye haykıran ve her muammayı açan, her hâili kaldıran ve her maniayı aşan üç münadiden ey Risale-i Nur bir üçüncüsü senin şahsiyet-i maneviyendir. Mazhar olduğun ism-i Rahîm ve Hakîm ve Bedî’in cilveleriyle nur-u sâfi ve sermedîsiyle, bu mir’at-ı muallâ ve musaffandan âleme ne cilve ve cünbüşler ve neler seyrettirip, neler gösteriyorsun.

Kur’anın iman hakikatları karşısında periler peşinde, ruhanî ve melekler, baba oğul, bay u geda, yâr u ağyar halka-i tedris ve envârında aynı safta dizdize oturup ve hep seni dinleyip ruhlara hüda ve şifa ve süruru senden alıyorlar.

İşte Risale-i Nur’un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım, Allah’ın abdi, İmam-ı Ali’nin manevî veledi ve Gavs-ı A’zam’ın mürididir. Hakk’ın nusreti, Şah-ı Velayet’in himmeti ve Abdülkadir gibi bir sultanın muaveneti ile müeyyed ve mükerremdir.

Ey mu’cize-i Kur’anî ve ey Nur-u Rahmanî! Şimdi beni biraz da tercüman ve serkâtibin, naşir-i efkâr ve kâşif-i esrar olan Üstad’ın huzur-u âlî ve irfanına çıkar ve onunla konuştur.

İşte yaşadığı bir küçük ve mütevazi bir kulübe, âdeta çırılçıplak. Bir su destisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. Gayet lüzumlu ve mahdud birkaç eşyadan maada bir şey görünmüyor.

Ancak bir kilo kadar olan aylık erzakı ve zâd ü zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı, bir çivide asılı duruyor. Bir seccade ve ecza-yı nuriyeleri var. Mülk ü mal, evlâd ü iyalden hiçbir eser ve yeryüzünde taht-ı temellük ve tasarrufunda bir karış yer yok. İşte onun zâil ve fâni oda ve eşyası. İşte onun mücerred ve münzevi şahsiyeti ve işte onun acı ve elîm hayatı. Yirmi küsur yıldan beri vaktini menfî ve mahpus geçirmekte olduğu hâl-i pür-melâli! Şu işkence ve eza, tüyleri ürpertip ciğerleri deliyor. Bu sabr u tahammülün neden hepsine faik? Hangi imam-ı masumun ve hangi müçtehid-i mazlumun ecr-i azîmi ile mukayese ve müvazene edilecek?

Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekat ve sadakaları ve teberru ve teberrükleri alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in dediği gibi:

Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim” fermanına karşı, “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risaletpenahî’ye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk, hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazeninini envâr-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir.

İşte bunun için, şimdiki çektiği bütün zahmetler, rahmet ve yaptığı hizmetler, hikmet olmuş.

Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,

Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Mısrî-i Niyazi gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan, ve nurunu âleme sultan eylemiştir.

Âlem-i insaniyet ve İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için

Kerbelâ’da revan olan dem için

Şeb-i firkatte ağlayan göz için

Râh-ı aşkta sürünen yüz için

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver ya Rab!.. Âmîn!

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ü ikbali, şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leyla

Sözün ferşte, gözün Arş’ta, gönül meftun sana cânâ

Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur

Bağın Nurs, huyun munis, özün idris ferd-i yekta

Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül

Yazılmış üstüne nurdan

قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى (“İki yay kadar, hattâ daha da yakın.” Necm Sûresi, 53:9.)

Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak

Sözün hak, hem mesleğin hak, hem makamın Kâ’bet-ül Ulya.

يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ( “Onlar Allahın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Fakat Allah nûrunu tamamlayacaktır—kâfirler hoşlanmasa da…” Saf Sûresi, 61:8.)

Üstadım Efendim Hazretleri!

Ben, bu yazıları Risale-i Nur’un eli ve kalemi ve dili ve bu hakir kalbime ondan sıçrayan bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü rica eder ve hürmetle ellerinizden öper, dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz

Hasan Feyzi

(Merhum)

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.