Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissediyorum

Röprotaj

Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissediyorum

Yapımcılığını Sosyolog Tarihçi Hüseyin Can’ın yaptığı “Takvim Yaprağı” isimli Röportajlar köşesinde konuğumuz Yeni Asya Gazetesi Eğitimci İlahiyatçı Yazar Süleyman Kösmene oldu.

Sayın Kösmene ile Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Ankara’ya gelişinin 100. Yılı münasebetiyle ilgili çekimler yaptık.

Bu bölümde (3. Bölüm) Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin “Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissediyorum” konusunu ele aldık.

EuroNur.tv ekranlarından izleyebilirsiniz.

  • Eski Said’den Yeni Said’e geçiş duyguları
  • Benim, kalenin, beşerin, Osmanlı’nın, hilafetin ve dünyanın ihtiyarlığı
  • Ankara’ya en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden
  • Bediüzzaman’ın Ankara’da bıraktığı etki
  • Bu parça reisle şiddetli münakaşaya sebebiyet verir
  • Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur
  • Dehşetli bir put kırdım
  • Yeni Said sizinle beraber çalışmaz, size de ilişmez
  • Bediüzzaman, şark darülfünununun tesisiyle uğraştı
  • Darülfünun Asya’da kurulsun ki menfi ırkçılık ifsat etmesin
  • Darülfünun Avrupa Medeniyeti ile tam musalaha etsin
  • Fünun-u cedide yanında ulum-u diniye de lazım ve elzemdir
  • Müküslü Hamza
  • Rafizi Kürt ve salih Türk Hocası
  • Şarkda din tedrisatına azami ehemmiyet vermeniz lazım
  • Irkçılığın istimaliyle Araplar’ın Türklere zararı
  • Türk gibi Araplar da milliyetleri İslamiyettir
  • Adnan Menderes: İslam Birliği Toplantısı’ndan geliyorum

DİĞER BÖLÜMLER:

1. Bölüm: Bediüzzaman Ankara’ya davet ediliyor

2. Bölüm: Bediüzzaman Ankara’nın halet-i ruhiyesini tahlil ediyor

3. Bölüm: Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissediyorum

4. Bölüm: O teklifi kabul etseydim Risale-i Nur meydana gelmezdi

Lem’alar

Yirmi Altıncı Lem’a

YEDİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kal’asının başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü.

Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kal’ada geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden, HAŞİYE bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
HAŞİYE : O zaman bu hâlet-i ruhiye Fârisî bir münâcat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab risalesinde tab edilmiştir.

*****

TARİHÇE-İ HAYAT

İLK HAYATI

Bu parça, meb’uslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, Reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış meb’us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.

Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç mâkul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

*****

Şualar

On Dördüncü Şuâ

Afyon kararnamesinin yazdığı gibi, Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı, “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran

*****

Şualar

On İkinci Şuâ

Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı, divan-ı riyasette, şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam.

*****

Hutuvât-ı Sitte

“Hem Ankara’da, divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemâl şiddetli bir hiddetle divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: ‘Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.’ Ben de onun hiddetine karşı dedim: ‘Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.’ Dehşetli bir put kırdım.

“Hazır mebus dostlarım telâş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nev’i tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdetâ dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında.

*****

Tarihçe-i Hayat

Eskişehir Hayatı

Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.

“Bizimle çalış” dediler.

Dedim: “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez.”

Evet, ilişmedim ve ilişenlere iştirak etmedim. Çünkü, an’anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir dehâ-yı askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet, ben, Ankara reislerinde, hususan Reisicumhurda bir dehâ hissettim ve dedim:

“Bu dehayı, kuşkulandırmakla an’anât aleyhine çevirmek caiz değildir. Onun için, ne kadar elimden gelmişse, dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim. Hattâ bu yirmi bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim—tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin. Hükûmetin işlerine ilişmediğime ve karışmak istemediğime delâlet eden.

*****

Tarihçe-i Hayat

İlk Hayatı

Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Darülfünununun tesisi için uğraşmaktan kat’iyen geri durmadı.

Birgün meb’uslar heyetine der: “Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.”

O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etmelidirler” der. Bazı meb’uslar diyorlar ki: “Yalnız, sen medrese usulüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım.”

*****

Tarihçe-i Hayat

İlk Hayatı

O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm darülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadcılara, hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.”

Bunun üzerine şarkta bir darülfunun açılacağını vaad ederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla, o medrese yeri, yani Kosova istilâ edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki darülfunun için tahsis edilen on dokuz bin altın liranın şark darülfununu için verilmesini talep eder, bu talebi kabul edilir.

Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o darülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumînin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said, talebelerine “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.

*****

Tarihçe-i Hayat

İlk Hayatı

Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Darülfünununun tesisi için uğraşmaktan kat’iyen geri durmadı.

Birgün meb’uslar heyetine der: “Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.”

O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, “Bunu meb’uslar imza etmelidirler” der.

*****

Kastamonu Lâhikası

Bir hiss-i kablelvukuyla o nuranî hakikati bir maddî surette arıyordu. Sonra o hakikatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı.

Sultan Reşad, 19 bin altın lirayı Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehrâya verdi, temel atıldı. Fakat sabık Harb-i Umumî çıktı, geri kaldı.

Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakikate çalıştım. İki yüz meb’ustan 163 meb’usun imzalarıyla, o medresemize 150 bin banknot iblâğ ederek o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf, medreseler kapandı, onlarla uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, o medresenin mânevî hüviyetini Isparta vilâyetinde tesis etti. Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde Risale-i Nur şakirtleri o âli hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.

*****

Emirdağ Lâhikası – II

Reis-i Cumhura ve Başvekile!

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile 1 اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut iki yüz meb’ustan yüz altmış üç meb’usun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler.

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : “Ancak mü’minler kardeştirler.” Hucurât Sûresi, 49:10.

*****

Tarihçe-i Hayat

İlk Hayatı

Bazı meb’uslar diyorlar ki: “Yalnız, sen medrese usulüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım.”

Bediüzzaman: “O vilâyât-ı şarkiye, âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garpta gelmesi gösteriyor ki, şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemeyecek.

Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatli misal vereyim: “Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra, aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “ ‘Ben şimdi, râfizî bir kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, “ ‘Eyvah!’ dedim, ‘Ne kadar bozulmuşsun!’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyete çevirdim.

*****

Emirdağ Lâhikası – II

Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1 : Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumîden evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat’î bir tarzda “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerretlere gıpta edecekler” diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı. Horhor’daki eski talebeleri namına Medresetü’l-Vâizîn mezunlarından Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihrî, Hamza

*****

Emirdağ Lâhikası – I

Hem on beş seneden beri şehid olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehid talebelerim içinde ona dua ettiğim, hem İşârâtü’l-İ’câz’ı, hem Onuncu Söz’ü tab eden Molla Hamza hayatta, Irak’ta olduğunu ve Nurları aradığını, memlekete giden kardeşimiz Emin’in mektubunda o müjde, tamamıyla yaramı tedavi etti. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun dedim.

*****

Tarihçe-i Hayat

İlk Hayatı

“Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra, aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “ ‘Ben şimdi, râfizî bir kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, “ ‘Eyvah!’ dedim, ‘Ne kadar bozulmuşsun!’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyete çevirdim.

“İşte, ey meb’uslar, o talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzumu var! İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek—farz-ı muhal olarak—siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de, herhalde şark vilâyetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.”

Bu hakikatli maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, yüz altmış üç meb’us o kararı imza ederler.

*****

Emirdağ Lâhikası – II

Reis-i Cumhura ve Başvekile!

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezc olmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

*****

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.