Ehl-i sefahati kurtarmanın çare-i yeganesi

Risale-i Nur'dan Dersler

 

Konuk: Kadir Akbaş

Konu: Risale-i Nur Külliyatı’ndan Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye’nin Mukaddimesi, 1; Ehl-i sefahati kurtarmanın çare-i yeganesi

ESKİ SAİD DÖNEMİ ESERLERİ, ARABİ HUTBE-İ ŞAMİYE’NİN MUKADDİMESİDİR

Gâyet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevâbı burada yazmaya münâsebet geldi. Çünkü, kırk sene evvel, Eski Said o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risâle-i Nurun hârika derslerini ve tesirâtını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevâbı yazacağız. Şöyle ki:
Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki:

“Neden bu kadar muânzlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risâle-i Nur mağlûb olmuyor? Milyonlar kıymettar hakikî kütüb-ü îmâniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayât-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçâre gençleri ve insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve en gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risâle-i Nûru kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vaz geçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risâle-i Nûrun intişârı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyâk ile perde altında intişâr etmesi ve dâhil ve hâriçte kemâl-i iştiyâk ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu meâlde çok suallere karşı “Elcevap” deriz ki:

Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzi ile hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyâda bir mânevî Cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, îmânda dahi bu dünyâda mânevî bir Cennet bulunduğunu isbât ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı Şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenlerini-o cihetle-aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var:

Birincisi:

Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden; ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çâresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûbetmektir. Ve
âyetinin işâretiyle, bu zamanda âhiretin, elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünyâ ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çâre-i yegânesi, dünyâda dahi Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur o meslekten gidiyor.

Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu isbât ile ve onun azâbı ile insanları fenâlıktan, seyyiattan vaz geçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak Gafûru’r-Rahîm’dir, hem Cehennem pek uzaktır” der sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyâtına mağlûb olur.

İşte Risâle-i Nurdaki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyâdaki elîm ve ürkütücü (SH.18) neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder.

O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.

Meselâ, Âyet-i Nur’daki seyâhat-ı hayâliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilãtını isteyen, “Sikke-i Gaybiye”nin âhirindeki 246’dan 248’inci sahifeye kadar baksın. Ezcümle:

O seyahat-ı hayâliyede nzka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyâcât ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryâd eyledim. Birden, Hikmet-i Kur’aniye ve îmânın dürbünü ile gördüm; Rahmân ismi Rezzak burcunda parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç bîçâre zîhayat âlemini rahmet ışığı ile yaldızladı.

Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma “Eyvah!” dedim. Birden îmân bana bir gözlük verdi. Gördüm ki: Rahîm ismi Şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki; şekvâ ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dörbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, en derin kalbimden feryâd ettim. “Eyvâh!” dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri, ve kâinatı ihâta eden tasavvurat ve efkârları, ve ebedî bekâ ve Saadet-i Ebediyeyi ve Cenneti gàyet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî istidatları, ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri, ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle berâber; hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musîbet ve a’dâlarıyla berâber gâyet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi altında gâyet dağdağalı bir hayat yaşamak için gâyet pefışan bir maişet içinde kalbe, vicdâna en elîm ve en müdhiş hâlet olan mütemâdî zevâl ve firak belâsını çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı sûretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve tâife tâife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla bütün letâif-i insâniyem, belki bütün zerrat-ı vücûdum feryâd ile ağlamaya hazır iken; birden Kur’ân’dan gelen nur ve kuvvet-i îmân o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki:

Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi, Hakîm burcunda; Rahmân ismi, Kerîm burcunda; Rahîm ismi, Gafur burcunda-yâni mânâsında; Bâis ismi, Vâris burcunda; Muhyî ismi, Muhsin burcunda; Rab ismi, Mâlik burcunda birer güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı insan âlemi içinde çok âlemler bulunan umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler Cehennemî hâletleri dağıtıp nurânî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyâsına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat adedince “Elhamdülillâh, E’ş-şükrü Lillâh” dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki: “İmânda mânevî bir Cennet ve dalâlette mânevî bir Cehennem bu dünyâda da vardır” yakînen bildim.

Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-ı hayâliyemde, dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri hayâlime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle yirmi beş bin sene mesâfeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçâre nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden Hikmet-i Kur’âniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki:

Hâlık-ı Arz ve semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve (Rabbü’s-semâvâti Ve’l-ard) ve (Müsahhirü’ş-şemsi Ve’l-kamer) isimleri, Rahmet, Azamet, Rubûbiyet Burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette benim îmânlı gözüme küre-i arz gâyet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzâkı içinde bir seyahat gemisi; ve tenezzüh ve keyf ve ticâret müheyyâ edilmiş ve zîruhları güneşin etrâfında, memleket-i Rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i anın zerrâtı adedince “Elhamdülillâhi alâ nimeti’l-îmân” dedim.

İşte buna kıyâsen Risâle-i Nurda pek çok muvâzenelerle ehl-i sefâhet ve dalâlet, dünyâda dahi bir mânevî Cehennem içinde azap çektiklerini; ve ehl-i îmân ve salâhat, dünyâda dahi bir mânevî Cennet içinde İslâmiyet ve insâniyet mîdesiyle ve îmânın tecelliyâtiyle ve cilveleriyle mânevî Cennet lezzetleri tadabilirler, belki derece-i îmânlarına göre istifâde edebilirler.

Fakat, bu fırtınalı zamânın, hissi iptâl eden ve beşerin nazarını afâka dağıtan ve boğan cereyanlar iptâl-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet mânevî azâbını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidâyete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.

İlk yorumu siz yazın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.